WEBMATEMATİK MATEMATİK SİTENİZ...
  Anadolu Ezgisi
 
KİTABIN ÖZETİ
Prof. Dr. Sayın Alemdar YALÇIN'ın Anadolu Ezgisi adlı kitabı, on altı denemenin bulunduğu, 137 sayfalık küçük hacimli, ama yoğun beyin fırtınasının yansıtıldığı; başta edebiyatçı ve sanatçılar olmak üzere sosyolog, antropolog, arkeolog, halk bilimci ve tarihçileri de yakından ilgilendiren mesajları ve yorumları içermesi yönüyle önemli bir yayındır. Adı geçen bu kitabı, 1997 yılında Günce Yayınları yayımlamıştır.
Sayın YALÇIN, kitabının adından da anlaşılacağı üzerine Anadolu coğrafyası ve Anadolu'da yaşamış, ama zamanla ölmüş kültürler ve uygarlıklar ile günümüzde yaşamakta olan Anadolu kültürü ve uygarlığı arasında mukayeseler, ilginç ve orijinal yorumlar yaparak Anadolu insanının dikkatlerini belli noktalara çekmeye çalışmaktadır. Doğal olarak, özellikle de Anadolu coğrafyasına yön veren aydınlarımızın dikkatlerini...
Bu kitap ile Anadolu'da kurulmuş olan eski uygarlıkların ortak çöküş sebepleri üzerinde okuyucularını odaklayabilmek ve bilgilerini Türk toplumunun yararına sunabilmek için Prof. Dr. Sayın Alemdar YALÇIN'ın, oldukça zor bir görevi üstlendiği de gözlerden kaçmamaktadır. Onun deyişi ile "Doğru sandıklarımızla, doğrular arasındaki gerçek çizgiyi arayıp bulmalıyız. Çünkü, birden fazla doğru oluşmakta ve bunlar da birbiriyle çelişmektedir." (Yalçın, 1997:5)
"Yaşadığımız Topraklar Tekin Değil..." Bu düşünceyi, aynı adla yer alan birinci denemesinde, hatta kitabındaki diğer bazı denemelerinde de sıkça tekrarlayan Sayın YALÇIN, "Ey Anadolu'da yaşayan insanlar! Ey Anadolu aydınları! Ey Anadolu sanatçıları! Aman ha, dikkatli olun, uyanık olun. Anadolu coğrafyasında kurulan eski uygarlıkların niçin yok olup gittiklerini sakın unutmayın. Bütünleşin. Aksi takdirde, öncekiler gibi yok olup gidersiniz." anlamlarını içerecek düşünce ve yorumları ile oldukça etkili mesajlar vermektedir.
"Ruhuyla, bedeniyle, duyguları ve düşünceleri ile sürekli savaşan, durmayan, her gün kendisini yenileyen ve sürekli kendisini uyanık olmak için telkin altında tutan bir sanatçı topluluğu yetiştirmeliyiz." (Yalçın, 1997: 9)
Bu ifade ile yazarın, aynı zamanda "Toplam Kalite Yönetimi" anlayışına müdrik olduğu da anlaşılmaktadır. Yeniden yenilenme, yeniden ilerleme, yeniden daha güzeli, iyiyi ve üretimde kaliteyi yakalama... Hiç durmama, hiç yorulmama... Aşağıdaki sözlere bir kulak verir misiniz? Mecazlar ve teşbihler içindeki gerçeklere...
"Bu topraklar, bizim için dört yanında dört kapısı olan bir ev gibidir. Dört bir yanından gelen rüzgârlara açık. Dört bir yanından gelen sulara açık. Ne rüzgârlar karşısında bir korunma, ne devamlı ve dört bir yandan gelen sular karşısında bir bendi vardır. Sular geldikçe kökümüzü, rüzgârlar estikçe ruhumuzu yıpratmaktadır... Yıpranmamak ve çürümemek için bizim bir rüzgâr gibi dört bir yana esmemiz; pınar gibi dört bir yana akmamız gerek. Pınarımızdan acı su akmamalı. Rüzgârımız kırıp dökmemeli. O zaman kötülükler bir bir yok olacak; o zaman sanatçı, yaşadığı toplumu yaşatacak; o zaman insanlar arasında saygınlığını koruyacaktır." (Yalçın, 1997:10-11)
"Başkalarının beyinlerinin ürettiklerini kullanarak kendi beynimizi körleştirmemeliyiz. Ayaklarımızı yürür, ellerimizi sürekli üretir biçimde tutmalıyız. Elbette bunu kendi yaşadığımız topraklarda yapmalı; bulunduğumuz çevreyi bin bir çiçek açan bir bahçeye dönüştürmeliyiz. Bunun için de sanatçının önderliğine, dilin etkili ve sürükleyici gücüne ihtiyaç vardır." (Yalçın, 1997:12)
Kitabın ikinci denemesi "Bir Yolculuğa Çıkmalıyız" adını taşımaktadır. Burada, Batı'nın içinde bulunduğu kaos, kendi dışındakilere duyduğu kin, öfke ve riyakârca tutum; daha güzel nasıl anlatılabilirdi, insan merak ediyor.
"Kendisini Tanrı'dan daha çok yaratıcı gören, bütün ufku mitolojik ilahlarla kaplı Batı; süs hayvanlarından, besi hayvanlarına kadar bütün canlılara, ölüm meleği olmaya devam ediyor... Onların doğumunu, ölümünü ve yaşama zamanlarını kuşatmaya ve yönlendirmeye çalışıyor. Kendisi, sınırsız bir özgürlükten yana olduğunu ve bunun için savaşmak gerektiğini söylerken yeryüzündeki bütün canlıların ufkunu kuşatarak istediği gibi doğmalarını, istediği gibi yaşamalarını ve istediği yerde, istediği zamanda ölmelerini sağlamaya çalışıyor." (Yalçın, 1997:14-15)
Ayrıca, kitabın bu ikinci denemesinde yer alan bir diğer önemli konu ise, sanatçı ve edebiyatçılarımızın fasit bir yörüngede popülist olma gayretlerinden ve zorlamalarından dolayı özlerinden uzaklaşmış bulunmalarıdır. Bakınız, Sayın Yalçın, bu düşüncelerini nasıl yansıtmaktadır?
"Kısacası, edebiyatımızın her alanında bir kısırlaşma göze çarpmaktadır. Romanda bazı popülist çabalar ve ilgi çekici çalışmalar bunun dışında tutulabilir. Çok satılan ve ülkenin gündemini dolduran romanlarda bile yazarımızın başka iklimlere gittiğini, kendisine yabancılaşmaya devam ettiğini görürüz. Oysa şimdi, edebiyatımızla insanımızı barıştırmanın tam zamanıdır. Sıradan Anadolu insanı ile aydınımız arasındaki aşılmaz dağları delmenin tam sırasıdır. Anadolu'nun neresinde olursa olsun, sıradan ve sade insanı bütün yönleriyle edebiyata taşımalıyız." (Yalçın, 1997:16-17)
"Edebiyatçımızı İstanbul'un entel barları, meyhaneleri ve kahvelerinden çıkarmalıyız. Sigara dumanları içinde, yarı bulanık cinsellik hikâyelerine boğulan sanatçımızı, tertemiz Anadolu havasına taşımalıyız. Çünkü, sanatçıyı yaşatan içinden çıktığı toplumdur. Sanat kozasının oluşturulacağı yerler de, üzerinde yaşadığı topraklarla insanlar arasındaki sonsuz ve tükenmez ilişkiler bütünüdür." (Yalçın, 1997:17-18)
Türk toplumunun, özellikle de Türk aydınının birinci görevi; Anadolu'yu tanımaktır. "Anadolu, Seni Bir Türlü Tanıyamadık" başlıklı denemede bu gerçeğe temas edildiği gibi, başta edebiyat olmak üzere sanatın bütün dallarında eserler veren sanatçıların belki de en önemli kusurları kendi coğrafyalarını tanıyamamalarıdır. Durum böyle olunca, gerek bizden öncekilerin saçtığı, gerekse bizim Anadolu'da büyük bir heyecanla saçtığımız ışık bizden uzaklaşmıştır. Işıksız ve karanlık bir coğrafyada konuşmak, yazmak, doğruyu ve güzeli eserlerde terennüm etmek de oldukça zorlaşmıştır.
"Anadolu'nun açılan kapılarından süzülen bir ışık olduğumuzu unutmuşuz. Kulaklarımızı tıkayıp gözlerimizi kapatarak güzel şeyleri görmek ve güzel besteler duymak için dolaşıyoruz." (Yalçın, 1997: 26)
"Esen bu başka rüzgârlar yüzünden bir türlü kendimizi tanımlayamadık. Kavramların ve kafaların karıştığı bir ortamda sağlam bir zemin üzerinde oturmayan edebiyatımız, büyük eserlerini veremedi. Günübirlik moda düşüncelerin, bir önceki moda düşüncelerle çatıştığı bir ortamda, bir düşünce geleneği oluşmadığı gibi bir edebiyat geleneği de oluşamaz." (Yalçın, 1997:27)
Anadolu aydını ve sanatçısındaki bu eksikliğin giderilme yöntemini ise, yine yazarın ifadelerinden öğrenmekteyiz:
"... edebiyatçımız, yaşadığı toprakları tanımak için bir geziye çıkmalıdır, diyoruz. Olanların tarihini, olduğu gibi anlamak zorundayız. Ancak böyle yaptığı zaman bazı basit gerçeklerin çevresinde ortak ve tartışılmaz karmaşık gerçeklere ulaşacaktır. Sanal gerçeklerin yanıltıcı dünyasından çıkarak kalıcı gerçekleri görecek, yaşayacak ve yazacaktır." (Yalçın, 1997:28)
Sayın YALÇIN, kitabının sonraki denemelerinde de bu ana düşünceyi açarak geliştirmektedir. Özellikle Lidya, Truva, Karya, İonya, Frigya gibi eski Anadolu uygarlıkları ve bu uygarlıkların temsilcisi durumundaki eski insanların çıkmazlarını ve kusurlarını dile getirirken günümüz Anadolu insanına önemli mesajlar aktarmakta ve uyarılar yapmaktadır.
"... insanımızı tanımanın yolu, yaşadığımız toprakları tanımaktan geçer diyoruz. Bizden önceki toplumlar bu topraklarda nasıl yaşamışlardır? Hangi sıkıntılarla karşılaşmış ve bunların çözümü için ne gibi düşünceler geliştirmişlerdir? Bütün bunları öğrenmek ve bilmek zorundayız." (Yalçın, 1997:45)
"Aydınlarımızın bir kısmı da bizim Anadolu'da en eski dönemlerden beri yaşayan insanların devamı olduğumuzu ve onların kültürel değerlerini taşıdığımız düşünüyorlar. Batı medeniyetinin kökleri Anadolu topraklarına kadar geldiğine göre, biz de bu köklerle bir ilişki içinde olduğumuzu söyleyerek Batı'ya yakınlaşabiliriz, düşüncesini öne sürüyorlar." (Yalçın, 1997:46)
Kimi aydınlar vardır ki, Türklerin Anadolu'ya bir uygarlık getirmediğini, belli bir sosyal, ticarî ve kültürel sistemimizin bulunmadığını, her şeyin en iyisinin ve en doğrusunun bizim dışımızda oluşturulduğunu iddia etmektedirler. Ayrıca, bu kimi aydınlar; Türk toplumunun eski Anadolu uygarlıklarının mirasyedisi olduğunu da söylemektedirler. Sayın YALÇIN, bu tür iddia ve yorumların ne kadar yanlış olduğunu deneme üslubu içinde ve bilimsel gerçeklere de uygun biçimde kitabında vurgulamaktadır. Özellikle, Türklerin Anadolu coğrafyasında oluşturduğu "kışla", "kervansaray", "bedesten" ve "hastahane" (=darüşşifa = şifahane) lere dikkatleri çekmek suretiyle 10 ncu ve 11 nci yüzyıldan itibaren kamu hayatına ve ticarete getirilen düzen ve güvenlik sistemi hakkında etkileyici bilgiler vermektedir. "Anadolu ile Barışmak" başlıklı denemesinde Sayın YALÇIN'ın konuyla ilgili şu tespitlerinin altını çizmekte de büyük yarar bulunmaktadır:
"Her kırk kilometre mesafedeki kışlalar ve kervansaraylar, Anadolu'yu vatan yaparak her karışını kullanan anlayışın ve yüksek düşüncenin kaynağıdır. Bu kervansarayların çevresinde ve kışlalarda yaşayan insanların Anadolu düzlüklerini yağmalardan, talanlardan ve düşman saldırılarından koruduğunu bilmeliyiz. Kırsalı temizlenmiş bir Anadolu'nun kentlerinin de temizlendiğini bilmeliyiz. Bunu, bizden önce bu topraklarda gerçekleştirenler yine biziz. Anadolu'nun bütün eski kentlerinde iç ve dış kale duvarlarının 11. yüzyıldan sonra kullanılmamasının nedeni işte bu örgütlenmedir. Günümüz aydınının Anadolu'da güvenliği sağlamakta düştüğü sıkıntının sebebi; işte belleğimizdeki bu bilgileri, dipsiz karanlıklara gömmemizdir. Yaşadığımız toprağı, aydınımızın bilmesi ve geleceğini ona göre düzenlemesi derken bunu kastediyoruz." (Yalçın, 1997:103-104)
"On birinci yüzyıldan itibaren geçmişimizle hesaplaşmalıyız. O kervansarayları niçin yaptığımızı, niçin bir sanat eseri gibi bezediğimizi ve niçin bugün kaderine terk ettiğimizi bilmeliyiz." (Yalçın, 1997:106)
Aynı düşünceler doğrultusunda Sayın YALÇIN, "Anadolu ile Barışmak II" başlıklı denemesinde ise Vakıf (= Koruk) sisteminin varlığından bahsetmekte; vakıf sisteminin Türk sosyal ve ekonomik hayatındaki önemli görev ve işlevlerini idrak edemeyen günümüz aydınlarına yapıcı eleştiriler yöneltmektedir:
"Bizden sonrakiler de yararlansın diye yazılan vakıfnameler konuşabilir. Eğer, gereksiz fazlalık diye yakılmamışsa, rutubetli odalarda çürümemişse, kutsal dinî yazılar sayılıp anlaşılmıyor diye gömülmemişse veya yakılmamışsa..." (Yalçın, 1997:109)
"Hastahanelerin, bedestenlerin, kervansarayların, kapalıçarşıların elbette dili yoktur. Onların anlattıklarını anlamamak için ancak sağır ve dilsiz olmak gerekir. Hastahaneler; insanların dil, din ve ırk ayırmadan, düşman ve dost ayırmadan iyileştirildiği kurumlardır. Bilimsel araştırma merkezleridir. Geldiğimizde, biz böyle kurumlar bulmamıştık. Geldiğimizde, Yunus'unki gibi sözler bulmamıştık. Onları Anadolu'ya biz getirdik." (Yalçın, 1997:114)
Anadolu Ezgisi'nde temas edeceğimiz bir diğer deneme ise, "Yârenlerimiz Yarınlarımızdır" başlığını taşımaktadır. Sayın YALÇIN, burada müzelik duruma düşmüş sosyal kurum Yâren'in geçmişteki yardımlaşma ve dayanışma ile ilgili sosyal işlevlerine temas etmekle kalmayıp, günümüz insanında bulunması gereken ulusal ve evrensel boyuttaki meziyetlerinin üzerinde de durmaktadır. Türk kültüründen yansıma (özellikle Çankırı yöresine özgü) Yâren Kurumu ve yârenlerin, ruh anlayışı ve hayata bakış tarzıyla ilgili oldukça önemli bilgiler sunmaktadır. 21. yüzyıl insanının güvenli ve mutlu geleceğinin teminatı olarak görülen Yâren; Sayın YALÇIN'ın ifadelerinde şöyle yansımaktadır:
"Yâren, aynı zamanda bizim ruh disiplinimizin Anadolu'da çelikleştiği ve insanların birbirlerine 'taşları kurşunla kenetlenmiş duvarlar gibi saf bağladıkları' bir yaşayış biçimimizdir." (Yalçın, 1997:118)
"Yâren, bizim yarınlarımızdır. Çünkü, bizim kendimize özgü bir anlaşma ve yaşama biçimimiz olacaksa, onun kaynağı yine bizim sosyal psikolojimizin eseri olan Yâren'dir. Yani, biz oyuz ve o bizim ta kendimizdir." (Yalçın, 1997: 119)
"Ey Yâren Meclisi! Sen bizim dünümüzdün; ama, şimdi bugünümüz ve yarınımız olmalısın. Yiğitliğin, dürüstlüğün, inanmışlığın, çalışkanlığın, hakkına razı olmanın yıkılmaz kalesi olarak sen bize bugün ve yarın gereklisin." (Yalçın, 1997:123)
Anadolu Ezgisi, zevkle ve heyecanla okunan, sosyal ve kültürel mesajlarla yüklü bir kitap. Bu kitabı, Türk okuyucusunun yararına sunan Prof. Dr. Sayın Alemdar YALÇIN'ı ve Günce Yayınları'nın değerli yöneticilerini içtenlikle tebrik ederim. Ayrıca, toplumların ve ülkelerin rekabet hâlinde bulunduğu ve güç gösterme yarışına katıldığı 21nci yüzyıla girdiğimiz bir ortamda içeriği zengin bu tür yayınların Türk okuyucusuna daha çok ulaşması ve ulaştırılmasının da ayrı bir gereklilik olduğunu belirtirim. Anadolu Ezgisi'nden alınma aşağıdaki tespitle, tanıtım yazımı bitirmek, en doğru yöntem olacaktır:
"Adem'in kovulduğu cennet, Yakup'un gökyüzüne yükseldiği taş, bu topraklar üzerindedir. Meryem, burada yaşamış; yüz yıllık uykular bu topraklarda uyunmuştur. Bütün bu inanış ve tütsülerin arasından kendi yolumuzu bulmalıyız. Tıpkı düşmanlarının arasından, dinî şarkılar okuyarak geçen inanmış insanlar gibi."
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol