WEBMATEMATİK MATEMATİK SİTENİZ...
  Sorular
 
Bitmek Bilmeyen Sorular
Gerçeği arayanlar için... (sürçü lisan etmişsek affola)

Giriş ve Sunuş

En içten sevgi ve esenlik dileklerimle,

İnsan çevresinden bağımsız bir varlık değildir; o, algılayabildiği bütün nesnelerin içyüzünü öğrenmek ister, bu durum onun sürekli bir gelişim içerisinde olmasını sağlar, ayrıca bu, insanın kendi varlığının anlamını kavramasına yol açan çok önemli bir etkendir... Evet, insan kendi varlığının farkında olduğu gibi, aynı zamanda kendi kendini varetmediğinin de farkındadır... Çevresindeki güzelliklerin, büyüleyici dengelerin, parıltılı yıldızların etkisinden kurtulabilmesi olanaksızdır...

Bu noktada daha bebeklik çağından kendini hissettiren “nedensellik” duygusunu kullanarak başta kendi varlığı olmak üzere genel olarak bütün varlığın anlamını kavramaya çalışacaktır, bu sorunu çözemezse huzursuz olacaktır... İşte, bu çalışma da, insanoğluna bu çabasında yardımcı olabilmek, en azından bu konuya ilgi çekerek etkili adımların atılmasını sağlayabilmek amacıyla yazılmıştır...

Açık bir gerçektir ki, evrende hiçbir varlık boş yere yaratılmış değildir, her birinin değişik görevleri vardır... Yine hiçbir varlık kendisi için var değildir; örneğin bir kedi, kedi olsun diye değil, doğanın dengesindeki görevini yerine getirmek gibi çok değişik hikmetler nedeniyle vardır... Benzer biçimde insan da boşuna yaratılmış değildir, onun da yaratılış hikmetleri vardır; insan kendisi için değil, Allah’a kulluk etmek (O'nun verdiklerini O'nun yolunda kullanmak ve yücelmek, en azından O'na karşı kullanmamak; yani şükür) için yaratılmıştır ve bu konumunun bilincinde olarak davranışlarını yönlendirmesi gerekmektedir...

Yalnızca yiyip-içip uyuyan, çiftleşen, düşünmeyen, düşünmekten kaçan bir insanı, hayvanlardan daha üstün/farklı yapan nedir? Hatta böyle bir insan görevini yapmadığı için kendini çok daha aşağı durumlara düşürebilmektedir... Evet, insanın yaşamak için yemek, yemek için yaşamaktan öte, uçsuz bucaksız istekleri ve sonsuzluk arzusu vardır... Bütün bunların bir çözüme kavuşturulması gerekmektedir; bunun yolu da ona istediğinin, aradığının verilmesidir, kuşkusuz burada dinlerin etkisi inkar edilemez, insan inanmak durumunda olduğundan kendi benliğinden kaçamaz (aslında inançsızlık da bir inanç ve dinsizlik de bir dindir)... Onun hayatından daha anlamlı bir amacı yoksa hayatının da bir anlamı yoktur, çünkü evrendeki tek canlı kendisi değildir... Bu durumda nedir insanı farklı kılacak olan?..

Evet, gerçek sorun “neden” (niçin) varolduğumuzdur; bu konu nasıl varolduğumuzdan çok daha önemlidir, çünkü varlık nedenimiz bilinmeden nasıl varolduğumuzun hiçbir önemi yoktur... Bir gözün bile boşuna kırpılmadığı şu evrende, evrenin gözbebeği olan insanın boşuna yaratıldığı düşünülemez... İnsan, bilincinin gereğini yerine getirmek için vardır; bakmak, görmek ve şükretmek, kısacası kendine verilenleri yerli yerince kullanmak... Peki bunu nasıl yapacaktır?..

Tarihi geçmiş insanlığın dinsiz yapamadığını göstermiştir; şöyle ya da böyle her toplum belli bir dine sahip olmuştur... Peki din nedir? Neden vardır? Vahiy-Elçi-Kitap kavramlarının anlamı nedir? Varlıkları gerekli midir? Dine getirilen eleştiriler ve bunların içeriği nedir? Dindışı yaklaşımlar bir değer taşır mı?..

İşte bu çalışmanın amacı, bu tür sorulara bir yanıt verebilmektir... Evet, bu çalışma arayış içindeki herkese yol göstermek ve kendi alanında bir başvuru kaynağı oluşturmak amacıyla yazılmıştır... Yararlı olacağı, en azından bu konuya ilgi çekebileceği ümidiyle, son olarak şunu da belirtmeliyim ki; her yanlış benim, her doğru İslam’ındır... “Hatasız kul olmaz” derler, eğer gözden kaçmış bir yanlışım olmuşsa hoş görülmesini diliyorum...

Birey / İnsan

Yaratılmış bir üstün varlık, küçük evren ya da evrenin özeti! Düşünen, konuşan, araştıran, inanan, sonsuzluğu arayan, özünde kötülüğe karşı olan... En çok düşündüğü konular; “Nereden geldim, nereye gidiyorum ve neden varım? Yaşamın anlamı ne? Yaşamın kendisi nedir? Bu düzen nasıl oluştu? Niçin var? Kim yaptı?..”

Evet, insan hep bu sorularına bir yanıt aradı, gerçek yanıtı ise dinlerin dışında bulamadı... Felsefe insana yetmiyor, yanıt veremiyor... Din de gerçek din değilse insana uzak... (evet din; karşıtını da içerebilecek denli kapsamı geniş bir kavram)

İnsan yalnız bir et ve kemik yığını değil, onun özü çok daha sınırsız, sonsuzluğun ve mutluluğun peşinde... Duygular kaynağı... Peki bu sonsuzluk özlemi, bu duygular, bu yapı nereden geliyor? Bu et ve kemiğe bu sonsuzluğu sığdıran kim? Doğa mı? İnsanın kendisi mi? Yoksa bambaşka bir varlık mı?..

Yeri gelmişken; insanın da bir parçası olduğu doğa (tabiat) nedir? Doğa, diğer adıyla evren, bildiğimiz 4 boyutlu (en, boy, derinlik, zaman) ortamın bütünü; dağlar, taşlar, ağaçlar, denizler, karalar, hayvanlar, gezegenler, bitkiler, yıldızlar... Doğanın ve maddenin yapıtaşını ise atomlar oluşturuyor... Peki, atom nedir?

Maddenin Yapıtaşı

Atom, maddenin (elementlerin) bütün özelliklerini yansıtabilen en küçük birimi, yapıtaşıdır... Temel olarak, proton ve nötronların (artı yüklü ve yüksüz parçacıkların) oluşturduğu bir çekirdek ve bunun etrafında dönen elektronların (eksi yüklü parçacıkların) oluşturduğu bir bütündür... Elementlerin türüne göre sayısı değişen bu parçacıkların her biri gerek kendi çevrelerinde, gerekse çekirdek içinde ve dışında çok hızlı bir biçimde dönerek dairesel bir hareket sergilerler... Bu yapı aynı anda sayısız işi başarabilmektedir, çok büyük bir güç kaynağıdır, evrenin küçültülmüş bir modelidir...

Evet, atom çok yönlü bir varlıktır, nereye giderse gitsin oraya uyum sağlayabilir; kan olur akar, mide olur sindirim yapar, beyin olur düşünür, toprak olur savrulur, göz olur görür, kulak olur işitir, dil olur tadar... Nereye giderse gitsin hepsinde de görevini kusursuz olarak yerine getirir, düzenin bozulmasına da neden olmaz...

Oysa atom bilgiden yoksundur, varlıkları tanımaz... Nereye, niçin ve nasıl gittiğini bilemez... Peki onun bu durumu kendisiyle açıklanabilir mi? Bütün bunları kendi gücüyle mi yapıyor? Kuşkusuz hayır; tersini düşünebilmek akıl ve vicdan sahibi insanlar için olanaksızdır...

Evet, bir Yaratıcı kabul edilmezse atomun bu özellikleri neyle açıklanabilir? Yoksa kör, bilinçsiz, güçsüz rastlantılarla mı? Bakıp da görmesini bilen her insan için en küçük bir varlıktan en büyük bir varlığa kadar herşey yaratıcısına tanıklık etmektedir...

Düşünelim; varlıkların en küçük parçası olan atomlar nasıl bir araya gelerek bunca işi başarabiliyorlar? Bunu yapan kendileri mi, yoksa onları kurulu bir düzene bağımlı kılan birisi mi var? Evet, şu düzeni atomlara veya rastlantıya bağlayabilmek için onların sonsuz bir bilgi, güç, irade, zeka ve bilinç taşıdıklarını kabul etmemiz gerekir ki, bu da hiç kuşkusuz saçmalık olur...

Çok sanatlı ve düzgün yerle_miş tuğlalardan oluşmuş bir yapı düşünelim; açıktır ki ne bu yapı kendiliğinden oluşmuştur, ne de bu tuğlalar kendi başlarına bir araya gelmişlerdir, onları düzenli bir biçimde yerleştirip bu binayı oluşturan bir usta vardır... Evet, madde binasının tuğlaları da atomlardır ve atomlar kendiliklerinden maddeyi oluşturmuş değillerdir... Maddeyi oluşturmadıkları gibi, kendi kendilerini de oluşturmuş değillerdir; onlar belirli kanunlara bağlı olarak görevlerini yerine getiren elemanlardır...

Bilim çevrelerinde “çekim yasası, ısı yasası, üreme yasası” gibi sayısız yasa dilden dile dolaşır; ortada yasa varsa -ki var, hem de pek çok- bir de “yasa koyucu” olması gerekmektedir, işte o yasa koyucu da yüceler yücesi olan Allah’tır... Ve O’nun atoma verdiği eşsiz bir özellik, rastlantı görüşünü kökünden altüst ederek “Allah vardır” diye haykırmaktadır; şöyle ki, atom çekirdeğinde bulunan protonlar aynı yükü (+) taşırlar, bu nedenle “aynı kutuplar birbirini iter, farklı kutuplar birbirini çeker” ilkesine göre protonların birbirini itmesi gerekmektedir... Oysa bunun tam tersine protonlar sıkı sıkıya birbirine bağlıdır; dolayısı ile atoma bu özelliği veren birisi vardır, eğer bu durum rastlantıya bağlanırsa hiçbir biçimde açıklanamaz...

Yukarıdaki örneğe dönersek; tuğlaları bir arada tutan onların aralarına konan harçtır ve bu harç da kendiliğinden oluşmuş değildir... Atomu ve bileşenlerini ayakta tutan ise çekim kuvveti, zayıf kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve nükleer kuvvet adı verilen dört temel kuvvettir... Bu dört temel kuvvette de o Yüce Sanatkar’ın, o eşsiz sanatı açıkça kendini göstermektedir;

Bu kuvvetlerin en zayıfı çekim kuvveti, en güçlüsü ise nükleer kuvvettir; buna karşın çekim kuvvetinin etki alanı diğerlerinden çok daha geniştir ve varlıkları bir arada tutan da onun bu özelliğidir... Atomun çekirdeğini oluşturan parçacıkların bir arada tutunmasını sağlayan ise nükleer kuvvettir ve bu kuvvetin etki alanı çekirdekle sınırlandırılmıştır, çekirdeğin dış1na taşamaz; elektromanyetik kuvvetten daha güçlü olduğu için aynı yükü taşıyan protonların birbirlerini itip de ayrılmalarını önleyerek çekirdeği bir bütün olarak korur...

Her kuvvet kendisine verilen görevi yerine getirdikten sonra belli bir sınırda durmaktadır; bunlardan birinin yokluğu veya dengesizliği kainatın yapısını bütünüyle altüst ederdi, açıkçası kainat olamazdı... Varlıkların bir arada bulunabilmesi için elektromanyetik kuvvet, aynı elektromanyetik kuvveti taşıyan protonların birbirini itmemesi için nükleer kuvvet görevlendirilmiştir; ancak elektromanyetik kuvvetten çok daha güçlü olan nükleer kuvvetin etki alanı çekirdeğin dışına taşırılmamıştır...

Öte yandan çekim kuvvetinden çok daha güçlü olan elektromanyetik kuvvet artı ve eksi kutuplar halinde dengelenerek vazifesinin dışına taşması önlenmiş ve atom bileşenlerinin de bir arada tutunması sağlanmıştır... Görüleceği üzere evrenin yapıtaşını oluşturan bu en küçük varlıklarda bile rastlantıya rastlayabilme olanağımız yoktur; bu şaşmaz ve son derece hassas yapıyı atomun kendisine veya bileşenlerine verebilmek olanaksızdır...

Evet, bir masayı ayakta tutan çiviler kendiliklerinden çakılmış olamayacakları gibi, bir binayı ayakta tutan tuğlalar ve onların aralarına konulan harç da kendiliğinden yerleşmiş olamaz... Şu ince sanatı, bu eşsiz dengeyi yetkin bir Sanatkar olmadan düşünebilmek ne mümkün? Böyle bir Sanatkar’ın karşısında, nasıl saygıyla eğilinmez?..

Öte yandan protonların varlığından dolayı artı nitelik taşıyan çekirdek, eksi yüklü elektronları çekim alanında tutar ancak elektronların belli yörüngelerde çok hızlı bir biçimde dönmeleri yapışık olmalarını engeller; eğer böyle olmasaydı dünya ancak çok küçük bir ada kadar olabilirdi, gerçekten de atomun büyük bir bölümü boşluktan oluşmaktadır... Dahası, çok hızlı bir biçimde dönen elektronların ışık yayımlayarak bozunması ve yine çekirdeğin üzerine düşmeleri gerektiği halde hiç de böyle olmamaktadır; evet burada da elektronlara genel kurallardan farklı bir özellik verilerek dengesizlik önlenmiş ve eşsiz bir ölçü konulmuştur...

Allah’ın en küçük birimlere varıncaya dek koyduğu bu şaşmaz ölçüdür ki, bizleri ve evreni ayakta tutmaktadır... Evet, her varlıkta gözlenebilen bu ince ölçü, denge ve sanat o yüce Sanatkar’a tanıklık eder, elbette bakıp da görmesini bilene; yoksa görmek istemeyenlerden daha kör kim olabilir?..

Atomun başlangıcına değinmek gerekirse; atomdaki hareket kendiliğinden başlamış olamaz, demek ki atom kendi dışındaki ve kendinden önceki bir varlığa bağımlıdır, öyleyse atom ezeli olmayıp yaratılmıştır... Kuşkusuz yazıyı yazan yazı, masayı yapan masa olamaz; yine bir yazı yazarsız, bir kitap katipsiz, bir resim ressamsız, bir bina ustasız olamaz; atom da bir yaratıktır ve hiç kuşkusuz her yaratığın bir de Yaratıcısı vardır...

Eski düşünürlerin bir bölümü varlığı atomlara bağlamış ve onları tanrılaştırmışlardır; bu yanlış görüşü günümüzde de -bilerek veya bilmeyerek- savunanlar olmakla birlikte bu davranış ve anlayış atomun ne denli özellikler taşıdığını açıkça göstermektedir...

Gerçek olan ise atoma bu özellikleri veren bir Yaratıcının bulunduğudur... Evet, düzgün işleyen bir saatin özelliklerini saatin kendisine bağlamak yanlış olduğu gibi, atomun özellikleri de atoma bağlanamaz; hiç kuşkusuz her saati yapan bir saatçi vardır...

Bütün varlıklarda birlik ile çokluk içiçedir; örneğin atom ve onun bileşenleri gibi... Evet, evrende bir bütün, bir de parça kavramı vardır; parça olmadan bütün, bütün olmadan parça olmaz, dolayısı ile bu ikisini de bir yaratan vardır; manzara resmini çizenle o resimdeki ağacı çizen aynı kişi değil midir? Atom, bütünü oluşturan parçalardan birisidir; bütünü yaratan da, parçayı yaratan da Allah’tır ve hiç kuşkusuz ki, ya atomlar birer mühendistir ya da onları yapan bir mühendis vardır!..

“Öğrendiğimiz her yeni şey, bizi yeni baştan cehalete gömmektedir” diyor Feynmann; ne kadar doğru!.. Şu apaçık bir gerçektir ki, bilim adına Allah’ı inkar edebilmek mümkün değildir, tersine bilime dayanarak Allah’ın varlığını kanıtlamak her zaman için olasıdır...“Doğadaki herhangi bir sistemin modelinin yapılması ve işletilmesi ne kadar zeka gerektiriyorsa, bu sistemin aslını yapmak ve işletmek için ondan daha fazla zekaya ihtiyaç vardır” derler; sizce doğa zeki midir?..

Madde Ezeli midir?

Kuşkusuz yaratılmış bütün varlıklar gibi maddenin de bir başlangıcı vardır; bu gerçeği bize hem maddenin temel bileşenlerinin özellikleri, hem de yapılan araştırmalar açıkça bildirmektedir... Evrenin yaşının belirlenmesi ve yokluğa doğru gitmesi, bir başlangıç noktasının bulunduğunu açıkça göstermektedir...

Bilindiği üzere maddenin belirli özellikleri, nitelikleri vardır; bunlar yok olabilmektedirler; renk, koku, tat, boyut, durum gibi... Dolayısı ile madde de yok olabilir... Benzer biçimde maddeye dönüşebilen enerji de yok olabilir... Açıkçası; değişim içindeki ve yok olabilen varlıklar ezeli (başlangıçsız) olamazlar...

Konuyu biraz daha açalım; değişen bir varlıktaki değişimin gerçekleşebilmesi için bir dış etki gerekir, bunun sonucunda da bir tepki oluşur, bu duruma “olay” adı verilir... Maddenin değişimi de bir olaydır; dolayısı ile bir dış etkinin varlığını gerektirir... Örneğin bir odunun yanabilmesi için ısısının tutuşma sıcaklığına kadar yükselmesi gerekir; odun kendi kendine yanmayacağına göre onu yakan başka bir varlığın olduğu gerçeğiyle karşılaşırız... “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” derler; evet, duman varsa, onu oluşturan bir ateşin varlığı bilinir...

Bunun gibi, madde değişiyorsa, bu değişime neden olan etkiler bulunuyordur; bu etkileri peşpeşe sıralarsak bir ilk etkide karar kılmak durumundayız; eğer sonsuz öncelere bu işi götürebilseydik varlığın ortaya çıkması olanaksız olurdu... Evet, kendisi başlangıçsız, değişmeyen ve güçlü bir varlığın gerektiği ortadadır; O da hiç kuşkusuz ki Allah’tır...

Yukarıda ayrıca “yokolabilen varlıklar ezeli olamazlar” demiştim; “yokolmak” da bir “olay” olduğu için bu olaya neden olan başka bir etkinin varlığı açıktır; bu durumda yine etkilerle, sebeplerle, nedenlerle karşılaşıyoruz... Bunların sonsuz öncelere gidemeyeceği artık bilindiğine göre; demek ki, nitelikleri ve kendisi yokolabilen madde ezeli değildir, yaratılmıştır, dolayısı ile bir Yaratıcısı vardır...

Bu apaçık gerçekler karşısında maddeye tapanların, açıkçası materyalistlerin ne kadar acınacak bir durumda oldukları düşünülmelidir... Sonuç olarak şu yargıyı yeniden belirtmek istiyorum; madde ezeli, ebedi ve yaratıcı değildir, tersine yaratılmıştır, dolayısı ile yaratıcı bir varlığa tanıklık etmektedir... Görebilene ne mutlu!..

Yoktan varolmak, Vardan yokolmak

Birçok kişi “evrende vardan yok olmaz, yoktan da var olmaz” görüşüne inanmaktadır... Oysa bilimin ilerlemesi bize birçok görüş gibi bu görüşün de doğru olmadığını göstermiştir... Açıkçası; varlıklar yoktan var olabilecekleri gibi, vardan da yokolabilirler... Kuşkusuz bu olay bir dış etki sonucunda gerçekleşir...

Düşünelim; baharda açan çiçekler, onların o güzelim desenleri ve kokuları sonbaharda yok olmuyorlar mı? Peki sonbaharda yok olan bu güzellikler ilkbahar geldiğinde yeniden ortaya çıkmıyorlar mı?..

Bir odunun yanışını düşünelim; ağırlığı, biçimi, kokusu, rengi hep yok oluyor... Bunun karşılığında ısı, kül, duman gibi varlıklar ortaya çıkıyor... Burada bir değişimin olduğu savunulabilir ancak odunun “yok” olan özelliklerini geri getirmek mümkün değildir...

Bunun gibi, evren ve içindeki bütün varlıklar sürekli değişim içindedirler; demek ki, bazı özellikleri “yok” olurken, diğer bazı özellikleri “var” olmaktadır... Dolayısı ile bütün nesnelerde “varlık” ile “yokluk” içiçedir...

Uzağa bakmamıza da gerek yok, kendimize bir bakalım; cansız olarak nitelenen besinlerimiz nasıl bedenimizde canlanıyorlar? Nasıl ölüden diri yaratılıyor? Evet o besinin bir canı “yok”tu, bedenimizde bir hücreye dönüştü ve onda belli bir canlılık “var” oldu... Bedenimizde böylesine güzel ve sayıca çok örnekler varken “yoktan var olmaz” demek utanılacak bir durumdur... Tersini düşünürsek; yaşam dolu bir hücre öldüğünde onda “var” olan yaşam/canlılık “yok” olmaktadır...

Bu örneklerden de açıkça anlaşılacağı üzere bir dış etkinin varlığı durumunda, nesneler vardan yok, yoktan da var olabilir... Konunun bilimsel boyutuna özet olarak değinmek gerekirse; kuantum fiziği, varlığın, var-yok arası dalgalanmalardan oluştuğunu açıkça ortaya koymaktadır... Evet, bilim artık bize göstermiştir ki bütün varlık, var-yok arası dalgalanmalardan oluşmaktadır; açıkçası, yaratılış sürekli olarak yinelenmektedir...

Evren, Yüce Allah’ın denetimi, gözetimi ve koruması altındadır (Kayyum bir Yaratıcı), Tanrı evreni yaratıp da kendi köşesine çekilmiş değildir!.. Ünlü fizikçi Paul Davies’in dediği gibi; “zamanı yaratan bir Allah kavramı, O’nun kainatı her an elinde tutarak yarattığını göstermektedir”

Madde Üzerine

Madde, “uzayda yer kaplayan varlık” demek. “Var” olabilmesi bazı özellikleriyle mümkün. Koku, renk, tat, boyut, konum ve suret gibi. Bunlara, felsefe dilinde “araz” deniyor. Maddenin, arazlardan soyutlanmış özü ise, “cevher”

Arazların varlığı cevherlere bağlı. Mesela, kendi başına bir boyuttan ve suretten söz edilemiyor. Arazlar olmadan madde var olamıyor. Eni, boyu, derinliği, biçimi, konumu, tadı ve kokusu bulunmayan bir madde, yok demek.

Madde ezeli olabilir mi? Bu konuyu önce tarifler yaparak incelemeliyiz;

“Ezeli” ile “kadim” aynı manaya geliyor. Kadim, “varlığına yokluğun ilişemediği şey”; hadis ise, “sonradan olma” demek.

Maddeye “kadim” diyenler, onun, varlığından önce yokluğunu kabul etmeyenler.

Madde ancak arazlarla var olabilir, demiştik. Arazlar ise, devamlı değişir ve başkalaşır. Mesela, duran bir cisim hareket edebilir veya hareketli bir cisim durabilir. Hareket başlayınca “durgunluk”, cisim durduğu zaman da “hareket” yok olur. Var, yok olmakta, yok da var olmaktadır. Şu halde hareket ve durgunluk hadis, yani sonradan olmadır.

Aynı şekilde suretler de değişir. Tomurcuğun gül şeklini aldığını, yumurtanın kuş suretini giydiğini her zaman görebiliyoruz. Gül sureti gelince tomurcuk sureti yok olur. Yine, kuş biçimi, yumurta şeklini varlıktan siler.

Koku, tad ve boyut gibi ikinci dereceden arazların her zaman değiştiğini hep müşahede ediyoruz. Her değişme, mevcut arazların yok oluşu, yeni arazların var oluşu demek.

Bu tesbitler ışığında, hiç tereddüte düşmeden şu hükmü verebiliriz: Madde ezeli değildir. Çünkü, varlığı arazlara bağlıdır. Arazlar hadis ise, ki öyle olduğu belli, madde de hadistir, yani sonradan olmadır.

Maddeciler, tutunacak dal bulamayıp, bu defa da, “enerji ezelidir” derlerse, cevabımız aynı olacaktır. Enerji, maddeye dönüşebilmektedir, o halde ezeli değildir, hadistir.

Hadis olan, kadim birine muhtaçtır. Başka türlü var olamaz. Hadis olmayan, ezeli bir sebep gerekir. O da ancak Allah olabilir. Allah, madde cinsinden değildir. Ne arazdır, ne cevher, yarattıklarına hiç bir yönden benzemeyendir.

Ne gariptir ki, Allah'ın ezeliyetini akıldan uzak gören maddeciler, her bir atomun ezeliyetini kabulden geri kalmıyorlar!

Müzisyeni inkar edebilmek için, havaya yayılan her notaya müzisyen diyen bir adamın durumuna düşüyorlar.

Çevrelerindeki harika sanat eserlerini görüyorlar da, ilmi, iradesi ve kudreti sonsuz bir Sanatkarı tanımak istemiyorlar. (Kulluğum Sultanlığımdır, Ömer Sevinçgül, Zafer Yayınları)

Düşünce Pınarı

“Sen ki Allah’ın “bak” diye hitab ettiği varlıksın. Niçin bu yoldan körler gibi yürüyüp geçiyorsun? Bahar rüzgarı gibi güllerin üzerinden geçip gitme, gülistanın manasına dal” Muhammed İkbal

“Hayret etmesini bilmeyen kimse, ardında göz bulunmayan bir gözlükten farksızdır” Thomas Carlyle

“Allah’ın varlığının akılla çelişmesi düşünülemez. Aksine yokluğunu düşünme anında çelişki başlar” Kant

“Bir atoma giremeyen “tesadüf”, hayatımıza girebilir mi hiç?.. İnkar, düşünmeyenlerin işi!” Ali Suad

“Hangi sahada olursa olsun, ilim ile ciddi şekilde meşgul olan herkes, ilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: “İman et...” İman, ilim adamının vazgeçemeyeceği bir vasıftır” Max Planck

“Maddeye tapanlar deniz suyu içene benzerler; içtikçe hararetleri biraz daha artar” Muhyiddin-i Arabi

“Herkesin giderek bencilleştiği ve o ölçüde de mutluluktan uzaklaştığı bir çağda, iman, insanı kurtarabilecek tek şans” Eugene Ionesca

“Herkes düşüncelerinde yanılabilir; fakat aptallar bir türlü düşüncelerinden ayrılamazlar”Çiçero

“Düşünen bir zihine olağan şeyler bile hayret konusu olur” George Santayana

“Herkesin bakmadığı yönden bak cihana” Hz.Mevlana

“Ne insan doğaya, ne de doğa insana hakimdir. Doğa da, insan da aynı Yaratıcının eseridir. Doğanın payına düşen, tefekkür konusu olmak; insana düşen de tefekkür etmek” Alaaddin Başar

“İmansız ilim ve ilimsiz iman; tek ağızlı makas!” Peyami Safa

“Bilime göre hareket etmeyen bilgin, elinde meşale tutan bir köre benzer, başkasının yolunu aydınlatır; ama kendi yolunu göremez” Sadi

“Görmek istemeyenlerden daha kör kişi olur mu?” M. Gandi

“İmandır o cevher ki İlahi ne büyüktür, imansız olan paslı yürek, sinede yüktür” Mehmed Akif

“Evrende rastlantıya rastlanamaz...” Sokrat

“İnanmamak, yeni ufuklara açılmaya karşı en büyük engeldir” G. Santayana

“Yarın, utanarak başının göğsüne düşmemesi için, bugün başını gaflet yakasından dışarı çıkar” Sadi

“Gerçek çoğu zaman karartılır; fakat hiç bir zaman sönmez” Livius

“Kainatı düşünmek, Allah’ın varlığını kabule zorlar” Schiller

Yaşamın Kökeni (Evrim Varsayımı ve Gerçek)

Şimdi de “yaşam” konusuna değinelim; yaşam, varlıkları birbirinden ayıran en önemli özelliklerin başında geliyor... Kuşkusuz o da kendi kendine ortaya çıkmadı... Bu konuda en yaygın görüşlerden birisi olan evrim düşüncesi temelden yanlıştır... Yüce Allah insanı ve diğer canlıları evrimsel bir biçimde de yaratabilirdi ancak evrim bir yasa değildir, ortaya atıldığından beri varsayım olarak kalmıştır ve kesinlikle “yaratılış/bilinçli tasarım” varsayımından -deney yöntemleriyle incelenemediği ve gözlenemediği, üstelik hiçbir delile dayanmadığı için- daha “bilimsel” değildir... Hatta tarihin en büyük kandırmacalarından birisi olduğu da söylenebilir... Öyleyse evrimi savunanların ileri sürdükleri görüşleri ve kendilerince bu konuda getirdikleri kanıtları (!) hep birlikte inceleyelim...

En başta rastlantı geliyor; ileride de ele alacağımız üzere rastlantıların bir sonuç ortaya koymaları olanaksızdır... Bundan dolayı ayrıntılı olarak değinmeye gerek yok... “Diyelim” rastlantı sonucu evren, gezegenler, yeryüzü, denizler ve benzeri varlıklar oluştu... Peki sonra? Evrimciler bu noktada; “yaşam bundan şu kadar yıl önce suda ortaya çıktı, önce tek hücreli ilkel canlılar oluştu, sonra bunlar biraz geliştiler, sonunda sudan karaya ve daha sonra da karadan havaya geçiş gerçekleşti!” diyorlar... Peki bu söyledikleri doğru mu? Doğru ise “nasıl” oldu? Bunun “nasıl”ını evrimciler bir türlü açıklayamadıkları gibi (ki, evrim görüşü üzerinden çok uzun bir zaman geçmesine karşın hala bir “varsayım”dır, üstelik geçerliliğini her gün yitiren!) söyledikleri de doğru değildir...

En eski çağda tek hücreli canlılara rastlandığı gibi çok hücreli canlılara da rastlanmıştır... Demek ki, bu varlıklar aynı anda ortaya çıkmışlardır; dönüşüm yoktur... “Geliştiler” denirken, bunun dünyanın gelişimi ile birlikte olduğu hiç düşünülmekte midir? Örneğin fokur fokur kaynayan bir ortamda günümüzdeki canlılar oluşabilir miydi? Kuşkusuz oluşamazdı... Canlıların gelişebilmesi için türden türe geçiş olmalıdır; oysa bu konuda bir kanıt yoktur, türlerin kendi içinde değişiklikler gözlenmekle birlikte türden türe dönüşüm günümüzün gelişmiş olanaklarına karşın başarılamamaktadır; değil ki, bu olay bilinçsiz rastlantılar sonucu oluşabilsin!..

Gelişim evreleri olarak ortaya konulanlar da hatalıdır, bu nedenle kanıt niteliğini taşıyamazlar... Dahası, evrimin yanlışlığını ortaya koyan çeşitli buluntular hiç gündeme getirilmeden sürekli olarak gözden uzakta tutulmaya çalışılmaktadır... Yapılan araştırmalar türlerin kusursuz olarak, doğaya uyumlu bir biçimde yaratıldıklarını ve gerektiğinde ortadan kaldırıldıklarını göstermektedir...

“Sudan karaya geçiş oldu” denirken; ne diye oldu? Canlıları böyle bir davranışa iten nedir? Uyumlu bir biçimde bedenleri nasıl değişti? Bir balığın o günkü son derece uygun ortamda karaya geçmesine ne gerek vardır? Karaya çıksa yaşayabilir mi? Bedensel özelliklerini kendisi belirlemediğine göre nasıl uyum sağladı? Bunun mantıklı bir yanı var mıdır? Kuşkusuz bu savunulanlar gerçeklerden uzak varsayımlardır...

“Karaya geçişten sonra ne oldu?” dediğimizde verilen yanıt şu; “Doğal ayıklanma ve bozunmalarla türden türe geçiş, en sonunda da memelilere varış gerçekleşti”... Öyleyse öncelikle doğal ayıklanma (natural selection) görüşüne bir bakalım... Türler doğal etkenlerle değişiyormuş, bu da hep ileriye doğru oluyormuş! Oysa günümüzde çevrenin, açıkçası doğanın türler üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığı ortaya çıkmıştır... Diyelim ki; doğa değişmedi, bu durumda türün değişmesi için de bir neden yoktur; “etkisiz tepki olmaz” görüşünü anımsayalım...

Eğer doğa değişmiş ise türlerin de buna ayak uydurmaları gerekir, tersi durumunda yaşamları sona erer... Peki türler değişen ortama uyum sağlayabilirler mi? Evrime göre onlar uyum sağlamıyor, doğa onları uyumlu duruma getiriyor! Bu görüşün mantıklı hiçbir yanı yoktur; doğa neyin doğru olduğunu nereden biliyor? Canlı kendi kendini çevreye uyumlu duruma getirmediğine göre türlerin gelişmesi olası mıdır? Kuşkusuz hayır... Eğer canlının ortamdaki değişimlere uyum gösterebilecek bir niteliği varsa yaşayabilir ancak dayanma sınırının sonuna gelindiğinde o tür artık yoktur...

Ayrıca doğal ayıklanma ortadaki varlıkları ayıklayabilir, olmayan varlıklar ayıklanamaz!.. Bu durumda yaşamın kaynağını evrimin açıklayabilmesi olanaksızdır... Bir diğer konu da şudur; doğal seçicilik bir tür içerisindeki en güçlü bireyleri ayıklayarak yaşatabilir ancak bu, yeni türlerin oluşmasına neden olmaz, olamaz... Örneğin bir savaşta güçlü olanlar ayakta kalabilir ama bu kişiler hiçbir zaman için uçabilen insanlara dönüşmezler... Benzer biçimde çevre koşullarına dayanıklı olan balıklar kendi türlerini sürdürebilseler bile asla ve asla kurbağalara, sürüngenlere veya kuşlara dönüşemezler...

Evet, evrim görüşü yaşamın ve türlerin kökenini bile açıklayamazken, türlerin gelişimi, birbirine dönüşmesi, ortaya çıkışı gibi çok daha geniş ve derin konuları açıklamaya kalkmaktadır... Sayı saymasını bilmeyen çocuğun dört işlem yapmaya kalkması gibi anlamsız bir durum... Bozunma (mutasyon) görüşüne gelirsek;

Buna göre türün değişimine yol açabilecek tek neden olan niteliklerini belirleyen dizinin değişmesi rastlantı ile olmaktadır, hem de hep başarılı olmuştur!.. Oysa mutasyon sık rastlanmadığı gibi genelde zararlı olan bir durumdur... Ayrıca yapılan sayısız denemenin hiçbirinde başarı sağlanamamıştır... Peki bilinçli insanın tüm olanaklarına karşın yapamadığını bilinçsiz doğa, hem de rastlantılarla nasıl yapabilir? Görüldüğü üzere evrim görüşünün tutar bir tarafı bulunmamaktadır; bu durumda evrim de yoktur!.. Yalnız bu durumda mı? Hayır, bakın evrim neden yoktur;

Öncelikle sayısal sonuçlar böyle bir duruma izin vermez... Rastlantı görüşü savunulurken yeryüzünün koca evrende yaşama elverişli olarak konumlanması olasılığının sonsuzda bir, açıkçası sıfır olduğu neden düşünülmemektedir? (Büyük Patlama sonrası evrenin günümüzdeki durumunu alabilmesi için varolan tek seçenek seçilmiştir, bu da sonsuzda bir olasılıktır; ne evrenin çekirdeğinde ne de dallanıp budaklanmış günümüz yapısında rastlantının yeri yoktur.)

Diyelim ki böyle bir olay oldu, canlılığın en küçük yapıtaşı olan atom, aminoasit, protein, nükleikasit, hücre gibi varlıkların rastlantı ile bir araya gelebilmesi için ne evrenin yaşı yeterlidir, ne de bol sıfırlı rakamları bizim okuyabilmemiz mümkündür... Bir hücrenin veya bakterinin bile rastgele oluşma olasılığı yokken bunlardan sayısız bireyin hem de yalnızca yeryüzünde kusursuz bir biçimde ortaya çıkmaları rastlantı ile açıklanabilir mi? Böyle bir olaya rastlantı denir mi? Kuşkusuz evrende eşsiz bir düzen vardır, bu düzenin bir kurucusu da olmalıdır; “Şu inceliğe bakınız ki, evrimi onaylayabilmek için bile “Allah'a inanmak” gerekiyor...” (Haluk Nurbaki)

Darwin, “Bir kapı menteşesinin insan tarafından yapıldığını savunduğumuz gibi, bir midye kabuğundaki olağanüstü mafsalın bilinçli bir varlık tarafından yapılmış olduğunu savunamayız.” (The Autobiography of Charles Darwin and Selected Letters, s63) diyor... Bu söz kendi savını çürütmekten başka nedir ki? “Bir radar kendiliğinden oluşamaz ama bir yarasa olaşabilir!” demekle, “Kumdan kaleler kendiliklerinden oluşamazlar ama Selimiye oluşabilir!” demek arasında ne fark vardır? Bu sözü sağlam bir düşünce yapısıyla değerlendiren kişi nasıl söyleyebilir? Söylediğini düşünelim; böyle bir saçmalığa nasıl inanılabilir?..

Evet, “Allah” dememek için ne kadar yol üretilse de hepsi çıkmaz sokaktır; rastlantı, “Allah” demekten korkanların kaçış sözcüğüdür!.. Oysa, “yanlış yolda kaçmanın faydası yoktur!”

Sormak gerek; böylesine sığ bir mantık taşıyan kişilerin doğru sonuca ulaşmaları mümkün müdür? Rastlantı ile hiçbir güzelliğin kendiliğinden ortaya çıkması düşünülemezken ve bir usta aranırken neden evren, yaşam, canlılar gibi kusursuz oluşumlar için bir usta aranmaz, neden gerçeklerden kaçılır? Gökdelenin ustasını beğenenler, göğün ustasını hiç mi düşünmez? Gözümüzün önündeki bunca güzelliğin kendiliğinden oluştuğunu düşünüp Allah'ı yalanlamanın tutar bir yanı var mıdır? Bir yapıt hiç ustasız olur mu?..

“Gözün doğal seçicilik ile oluştuğunu düşünmek, açıkça kabul edip itiraf ediyorum ki, son derece ihtimal dışı ve ahmaklıktır”, “Tavus kuşunun kuyruğundaki renk armonisini her ne zaman görsem, hasta olurum” diyor Darwin; manası yeterince açık olan bu sözleri yorumsuz olarak aktarıyorum...

Bu apaçık gerçeklere karşın -bile bile- Allah'ı ve yaratılışı inkar edenlerin durumu ise Kuran-ı Kerim'de çok güzel anlatılmaktadır; « Eğer biz onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. » En'am Suresi, 111. Ayet

Evet, canlıların yaratılmışlığı karşısında insana düşen görev Yaratıcısına yönelmektir; her an sayısız nimetini bizlere sunan bu yüce varlığı görememek, ve sorumluluğunun bilincinde olamamak hiçbir insana yakışmaz... Bu apaçık bir gerçek olmakla birlikte, kendileri Yaratıcılarına yönelmeyen ve başkalarını da O’ndan alıkoyanlar vardır; bunlar insanların bir inanç sahibi olmaları durumunda yaşayışlarını bu inanca göre düzenleyeceklerini çok iyi bildiklerinden kendi yanlış düşüncelerini ve düzenlerini egemen kılabilmek için çeşitli yollara başvurmaktadırlar...

Yaratıcısını Allah bilenin O’na yönelmesinden daha doğal bir davranış olamaz... Bunu yapan kişi yalnızca Allah’a karşı sorumlu olduğunun bilincine varacağından dindışı güçlerin kendi düzenlerini yutturma çabalarına kanmayacaktır... Gerçekten de eğer insan burada aklını başına almazsa ahirette en büyük düşman olarak göreceği bu kişileri şöyle suçlayacaktır; « Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler. » Sebe, 33

Çağdaş Bir Öykü; Evrim!..

"Tesadüfen" suda ilkel canlılar oluşmuş, "zamanla" bu canlılar balıklara dönüşmüş, balıklar karada yürümeye başlamış; solungaçlar akciğerlere, yüzgeçler ise ayaklara dönüşmüş, neticede karaya çıkan bu varlıklar kanatlanarak uçmaya başlamışlar; ne öykü ama!.. Çağdaş mitoloji!.. Çocukların bile gülecekleri bu masalları “bilim” diye yutturmaya kalkan kimi nasipsizleri gerçek bir bilimadamı ne güzel tanımlıyor; "Biyoloji değil biyomitoloji; hayata dair efsaneler bilimi. Bu insanlar biyolog değil, biyomitolog"!.. Evet, öyle kimseler ki “mucize” deseniz “olamaz” derler ama doğanın mucizelerine (!) inanmaktan da geri duramazlar!..

Varlıkla İlgili Üç Olasılık

Evet doğa; dağlar, taşlar, ağaçlar, denizler, karalar, hayvanlar, gezegenler, bitkiler, yıldızlar... Peki bu varlıklar nereden çıktı, nasıl oluştu? İşte gerçeğe ulaşmada anahtar görevini üstlenen bir soru... Bu konuda ortaya atılan üç varsayım bulunuyor; 1. Kendi kendine, rastlantılar sonucu oluştu... 2. Nedenlerin (sebeplerin) birleşmesiyle oluştu... 3. Evrenin (doğanın) bir Yaratıcısı var, O yarattı... Şunu hemen belirtmeliyim ki, kimileri dördüncü bir seçenek olarak “doğa yarattı” derler ancak konumuz doğayı kimin yarattığıdır, bu nedenle doğanın yaratıcı olup olamayacağı ilk bölümde ele alınacaktır; bilindiği üzere doğa evrenin kendisidir... Evet, günümüze kadar ileri sürülen varsayımlar temelde bunlar, öyleyse bu varsayımları teker teker ele almamız gerekiyor...

Varlıkların kendiliğinden oluştuğunu savunanlar, bir yazının yazarsız, bir kitabın katipsiz, bir binanın ustasız olamayacağını çok iyi bildikleri halde, şu koca, eşsiz ve büyüleyici kainatın kendi kendine oluştuğunu kabul edebilmektedirler... Gerçekten böyle bir görüşü savunabilen kişi ya hiç düşünmüyordur ya da hiç düşünmüyordur!.. Akıl ve mantık böyle bir görüşü asla kabul edemez... Varlık yokluktan gelemez, evren (madde) ezeli veya ebedi değildir...

Nedenlerin birleşmesiyle bu düzenin ortaya çıktığını savunanlar da o nedenlere sonsuz bir bilgi, güç ve uyum sıfatını yakıştırmaktadırlar ki, bu da akıl ve mantık dış1 bir yaklaşımdır... Güneşin ışığını yansıtan parıltıların her birini bir güneş varsaymak kadar gerçekten uzak bir düşüncedir bu... Akılsız bir yaratıktan akıllıca, güçsüz bir yaratıktan güç gerektiren davranışlar beklenemez... İnsan bile bunca üstünlüğüne karşın bu kadar acizken nedenlerin iş yapabileceği nasıl düşünülebilir?.. Ayrıca nedenler zinciri sonsuz öncelere gidemez, dolayısı ile bir ilk nedenin yani nedensellik yasasını yaratan bir Tanrı’nın varlığı apaçık bir gerçektir...

Varlığın kendi kendini yarattığını söyleyenler üretim ile üreticinin, resim ile ressamın, yazı ile yazarın, kitap ile katibin aynı varlık olduğunu savunanlardır ki, bu yaklaşım da bütünüyle akıl ve mantık dışıdır... Evet, doğa bir yaratıktır, yaratıcı olamaz; bir sanattır, sanatkar olamaz; bir düzendir, düzenleyici olamaz; bir kitaptır, katip olamaz; bir eserdir, usta olamaz; bir sonuçtur, neden olamaz; değişendir, değiştirici olamaz; sonludur, sonsuz olamaz; hikmetlidir, hakim olamaz; yasalar bütünüdür, yasa koyucu olamaz; fiildir, fail olamaz; mülktür, Malik’ül-Mülk olamaz; muhtaçtır, Samed olamaz; ilimdir, Alim olamaz!..

Geriye kalıyor varlığı Allah’ın yaratmış olduğu gerçeği; evet, varlık hiç kuşkusuz ki O’nun eseridir... O’nu bir yaratıcı olarak kabul etmeyenler, varlığı oluşturan her bir parçayı O’nun nitelikleriyle özdeşleştirerek tanrılaştırmaktadırlar ki, bu da akıl ve mantık dışı bir yaklaşım olmaktan öteye gidemez...

Güzel bir resmin ressamını, güzel bir binanın ustasını beğeniyle karşılayan ve hayranlık duyan insanın, doğadaki eşsiz güzellikler karşısında vurdumduymazlık sergilemesi gerçekten de ona hiç yakışmayan bir davranıştır... Her varlık kendi diliyle yaratıcısına tanıklık etmekte ve “Allah vardır” diye haykırmaktadır... İnsanın bu sesi duyamaması için hiçbir neden yoktur ve olamaz; ne mutlu bu sesi duyup da gereğini yapabilenlere!..

“Evren kendiliğinden oluşmuştur” görüşünün incelenmesi

Biz biliyoruz ki, evrende bir olayın gerçekleşmesi için bir etki, bu etkiye karşı da bir tepkinin varolması gerekir... Dolayısı ile evrenin kendi kendine oluşması olanaksızdır... Bildiğimiz bir diğer konu da evrenin ortalama 15 milyar yıllık bir geçmişinin bulunmasıdır, öncesinde evren yoktu; demek ki evren yoktan var olmuştur, açıkçası yaratılmıştır...

Ayrıca evrenin eşsiz durumu rastlantı savını bütünüyle ortadan kaldırmaktadır; böylesine olağanüstü bir düzenin bilinçsiz rastlantılar sonucu oluşması olanaksızdır... Hepimiz biliriz ki, durup dururken çekiç, çivi, tahta, kum gibi varlıklar biraraya gelerek güzel bir yapı oluşturamazlar, onları kullanan bir usta olmadıkça kendi başlarına bir anlam taşımazlar...

Hiçbiriniz elinizdeki bu çalışmanın kendi kendine ortaya çıktığını düşünemezsiniz; peki şu koca, eşsiz ve olağanüstü güzellikteki evren nasıl kendiliğinden oluşabilir? Varlığı bile olmayan rastlantının yasalar ortaya koyması, hem de bunların hep doğru ve başarılı olması düşünülemez!.. Bu eşsiz düzeni bilinçsiz, düşüncesiz, akılsız ve iradesiz rastlantıların varedebileceğini sanmak mantıklı bir yaklaşım mıdır? Hem, hep 12'den vurana hiç rastlantı denir mi?..

« Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise kuşkusuz örümceğin yuvasıdır; keşke bilseler. » Ankebut Suresi, 41. ayet

Evet, hiç düşünmeden evrenin bu güzelliğini Allah'tan başkasına bağlayanları düşünmeye çağırıyorum; oturduğunuz evi bir düşünün; o evin kendi kendine ortaya çıkması olası mıdır? Tuğlaları, kumu, demiri yeller, seller ve depremler mi bir araya getirip belirli oranlarda birleştirerek ve sıralayarak evinizi oluşturdu?..

Şimdi de hepimizin evi olan yeryüzünü düşünelim; sizin eviniz mi üstündür, yoksa yeryüzü mü? Kuşkusuz düşünebileceğiniz her açıdan yeryüzü daha üstündür... Sizin evinizin bir ustası olur da şu yeryüzünün ve bunun gibi sayamadığımız onca evlerin, hiç ustası olmaz mı?..

Ben size “elinizdeki bu çalışma kendiliinden oluştu” desem inanabilir misiniz? Peki Kainat Kitabı'nın yanında bu çalışmanın nokta kadar değeri olabilir mi, var mı? Evet, düşünen insanın gerçeği bulması zor olmayacaktır kuşkusuz... Bütün gözlere karşı açılmış olan Kainat Kitabı'nı okuyamamak, onu yazanı görememek için hiçbir neden yoktur ve olamaz...

“Nedenler yarattı” görüşünün incelenmesi

Kuşkusuz evrende etkisiz tepki olmadığından her olay bir etkinin/nedenin sonucunda oluşmaktadır... Peki bu etkileri oluşturan nedir? Örneğin yağmurun yağması için birçok neden gerekmektedir, peki bu nedenler tek başına yeterli midir? Yağmuru deney ortamında elde etmek için gerekli koşulları sağladığımızı düşünelim; biz etkilemeden yağmur yağması olası mıdır? Evreni de bunun gibi büyük bir deneylik olarak düşünürsek nedenlerin varlığının tek başına yeterli olmadığını kolayca görürüz... Hem hepsi de yaratık olan nedenlerin yaratıcı olabileceği nasıl düşünülebilir?

« Onlar, yaratan olmaksızın mı yaratıldılar yoksa yaratıcılar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır; onlar kesin bir bilgiyle inanmıyorlar. » Tur Suresi, 35-36

Bilinçsiz, akılsız, iradesiz nedenlerin rastgele biraraya gelerek ortaya bilinç gerektiren oluşumlar sermeleri olanaksızdır... Hem bir ilk neden olmadan varlığın gerçekleşmesi de olanaksızdır, işte bu ilk neden de Allah'tır ve O'nun varlığı kendindendir...

Düşünelim; okuyabilmeniz için okumayı bilmeniz gerekiyor, okuyacağınız bir nesne gerekiyor, o nesneyi algılayabilmeniz için çeşitli organlarla donatılmış olmanız gerekiyor, boşlukta okuyamazsınız; üzerinde duracağınız bir yer gerekiyor, yaşayabilmeniz için hava, su, toprak, güneş, ısı, ışık gerekiyor... Kısacası sizin varolabilmeniz için koca evrenin varolması ve belli bir düzeninin bulunması gerekiyor...

Bu düzenin kendiliğinden oluşmadığı ve oluşamayacağı yukarıda açıklanmıştı; dolayısı ile evren dolusu sebepler bir araya gelseler bir usta olmadıkça hiçbir işe yaramazlar... O usta da ancak yüce Allah olabilir... Hem, nedenler varlıktan ayrı olarak düşünülemezler; varlık olmadan nedenler de olamaz, bundan dolayı varlığın kökenini nedenlere bağlamak ve nedenleri yaratıcı olarak görmek tam anlamıyla saçmalıktır... Evet, maddeyi ve hareketleri oluşturan nedenler değildir, tersine nedenler var olan maddeden ve onun hareketinden doğarlar... “Eli görmeyen kişi, yazıyı kalem yazdı sanır” diyen Mevlana ne güzel söylemiş; evet, sebepler sadece birer aracıdırlar...

« Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler. » Yusuf Suresi, 105. Ayet

“Evren yaratılmıştır” görüşünün incelenmesi

Görüldüğü üzere evrenin oluşumuyla ilgili ortaya konan bu üç varsayımdan ilk ikisi mantık ve gerçekçilikten uzak düşüncelerdir... Bu durumda karşımıza üçüncü seçenek çıkmaktadır... Öyleyse “yaratıcı bir varlık” görüşünü ayrıntılı olarak ele alalım;

“Etkisiz tepki olmaz” demiştik; günümüzde evrenin eşsiz düzeni ortada, bunu bir yapan olmalı... Eğer nedenleri peşpeşe sıralarsak bir ilk nedende karar kılmak durumundayız, yoksa sonsuz bir döngünün içine gireriz ki, bu da günümüz koşulları düşünüldüğünde anlamsız bir kaçıştır; evet, eğer böyle bir döngü olsaydı evrenin olmaması gerekirdi... (çünkü başlangıcı olmayanın sonu da olmaz; şu an bizim (ve evrenin) varolabilmesi için bir başlangıcının bulunması gerekir)

Burada bir diğer konu bu ilk nedenin varlığının kendinden olmasının ve başlangıcının bulunmamasının gerektiğidir... Evet, bu ilk neden Allah'tır ve O'nun varlığı kendindendir... Başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur... Açıkçası ezeli ve ebedidir... Varlık yokluktan gelemez, dolayısı ile onu yaratan bir varlık bulunmaktadır, yani yüce Allah, “mutlak varlık”tır...

Hiç yaşamın, evrenin ve varlığın kökenini rastlantılara bağlayan kişi ile Allah'a bağlayan kişi düşüncede eşit olabilir mi? Kuşkusuz evren ve nedenler yaratılmıştır, yaratıcı değillerdir... Düşünsenize; kim kendisinde olmayanı bir başkasına verebilir? Yalnızca kendi özelliklerimize şöyle bir gözatsak bunların hiçbirinin ne doğanın, ne rastlantıların, ne de çeşitli sebeplerin sonucu oluşamayacağını kolayca anlarız... Gözsüz, kulaksız, duygusuz, bilinçsiz, iradesiz, güçsüz ve bütünüyle sınırlı olan bu varlıklar bize bu özellikleri nasıl verebilir? Yoksa onlar da yoktan var edebiliyorlar mı, bu mümkün mü?..

Gerçekten de çevresini gözleyen, düşünen, araştıran, bilgi sahibi olan, aklını kullanan ve vicdanının sesine kulak veren bir insanın bunca belge karşısında kayıtsız kalması düşünülemez... Bu nedenle inkar olayı anlaşılması güç ve yetersiz bir düşüncenin ürünü olarak nitelendirilebilecek bir durumdur...

Allah’ın Varlığı

Öncelikle belirtmem gereken şudur ki çağımızın güncel aracı olan ve çeşitli saptırmalara alet edilebilen bilim yoluyla Allah’ı yalanlayabilmek mümkün değilken Allah’ın varlığını kanıtlamak her zaman için olasıdır... Bilimin konusu Tanrı kavramı olmamakla birlikte, bu konuda bize son derece gerçekçi kanıtlar sunmaktadır... Bu nedenle; din, bilim ve düşünce açısından Allah’ın varlığıyla ilgili belli başlı kanıtları ortaya koymak istiyorum...

* Varlık değişkendir, değişimin ise bir değiştiricisi olmalıdır... Evet, varlık sürekli değişiyor, değişim içindeki herşey ise sonradan oluşmuştur; demek ki madde ezeli değildir, öyleyse bir değiştiricisi, başka bir deyişle Yaratıcısı vardır...

* Kişide yetkinlik, sonsuzluk, kusursuzluk gibi duygular vardır; bunlar ise ona bu özellikleri taşımayan kendisinden veya çevresinden gelemez, bu duyguların kaynağı ancak yüce Allah olabilir... Evet, insanda öyle duygular vardır ki bu duyguların kaynağı kendisi veya çevresi olamaz...

* Evren sonradan varolmuştur, sonradan olanların ise bir nedeni vardır, bu zincir “sonsuz öncelere” asla götürülemez (çünkü başlangıcı olmayanın sonu da olamaz); öyleyse “nedenlerin nedeni” olan bir Allah bulunmaktadır... Vücud (varlık, var bulunmak) yetkinliğin gerektirdiği niteliklerden birisidir; demek ki yüce Allah vardır...

* Evren, “olabilir”ler türündendir; olabilirdi de, olamayabilirdi de, şöyle de olabilirdi, böyle de olabilirdi... Olabilirler ise kendileri dışındaki bir varlığa bağımlıdırlar; öyleyse evreni yokluktan varlığa çıkaran, onun bu durumunu seçen yüce Allah’tır...

* Kişi kendi varlığından ve çevresinden kuşku duyabilir, bu kuşku da onun var olduğunu kanıtlar; evet, düşünüp kuşku duyabilmesi için var olması gerekir... Yine bunun için onda gerçeğin bir ölçüsü bulunmalıdır, bu ölçünün kaynağı ise kuşku alanı olan çevresi değil Allah’tır; kuşkuyla bile kendisini gözler önüne seren o yüce yaratıcı!..

* Evrendeki “düzen” ve “çeşitlilik” de O’nu kanıtlar; düzen olan bir yerde düzenleyicinin de olacağı açık bir gerçek olduğu gibi, çeşitliliğin bulunması rastlantı görüşünü ortadan kaldırmaktadır, eğer rastlantı söz konusu olsaydı bütün varlıkların aynı olması ve hiçbir farklılığın bulunmaması gerekirdi...

* En küçüğünden en büyüğüne kadar varlığın bütün birimlerinde eşsiz bir sanat, denge, uyum vb gözlenmektedir; böyle bir düzenin kendiliğinden oluşamayacağı açıktır, demek ki bu üstün Sanatkar ancak yüce Allah’tır...

* “Kendiliğinden oluş” bütünüyle gerçekdışı bir yaklaşımdır; hepimiz biliriz ki kendiliğinden ne masa, ne sıra, ne kitap, ne bina vb oluşamaz; öyleyse çok daha sanatlı olan evren de kendiliğinden oluşmuş değildir...

* Evrendeki sıcaklık giderek azaldığı gibi, sıcak cisimlerden soğuk cisimlere doğru bir ısı akışı vardır, bunun tersi ise olanaksızdır; ısı yasası olarak adlandırılan bu durum evrenin başlangıçsız olmayıp sonradan yaratıldığını açıkça kanıtlamaktadır, eğer evren başlangıçsız olsaydı, şimdiye çoktan sıcaklığını yitirmesi gerekirdi...

* Varlıkta amaçsızlık, anlamsızlık, gereksizlik vb yoktur; demek ki, yaptığını bilen, gücü yapabilmeye yeten ve inceliklere egemen bir “Yaratıcı” bulunmaktadır...

* Çeşitli canlılardaki içgüdüler de (Sevk-i İlahi=Tanrısal Yönlendirme) Allah’ın varlığını kanıtlamaktadır; hiç öğrenmedikleri halde birçok işlerini sanki çok iyi biliyormuş gibi başarabilen bu varlıklara doğaldır ki bu bilgiler bir başkasınca öğretilmiştir; o da ancak Allah olabilir...

* Kuran-ı Kerim, Kitabullah olduğundan, onun doğruluğunu kanıtlayan her belge başta yüce Allah’ın varlığı olmak üzere bütün iman hakikatlerini de kanıtlar ve bu konuda elimizde pek çok kanıt bulunmaktadır...

* Yaratılışımızdan gelen “yüce bir varlık arayışı” da o yüce varlığın tanığıdır... Benzer biçimde, sıkıntılı durumlarda yönelişimizin O’na doğru olması, en ümitsiz bir anımızda bile içimizde bir ümit ışığının bulunması hep yüce Allah’ın varlığının belgelerindendir...

* Evrenin yaratılmış olduğunu gösteren bütün deliller, aynı zamanda onun bir yaratıcısının bulunduğunu da kanıtlamaktadırlar...

* Evrende hareketlilik bulunmaktadır; hareket ise belli bir zamanda ve mekanda başlar... Demek ki, bu hareketin başlangıç noktası bize zaman ve mekanın, dolayısı ile varlıkların yaratılış anını gösterecektir...

* Hepimiz biliyoruz ki, O’nun varlığı çağlar boyunca sayısız belgelerle ortaya konmuşken, yokluğunu kanıtlayabilen -ki bu olası değildir- tek bir belge yoktur, öyleyse boşu boşuna inançsızlıkta diretmenin hiçbir gerekçesi olamaz!..

* Karşıtlıklar kendiliklerinden biraraya gelemezler, birinin olduğu yerde diğerine yer yoktur... Oysa ki evrenin dengesi karşıtlıklar üzerine kurulmuştur; yaşam-ölüm, aydınlık-karanlık, soğuk-sıcak.. gibi... Demek ki bunları biraraya getiren Alim ve Kadir bir yüce varlık (Allahü Teala) bulunmaktadır...

*İnsan Belgesi: İnsan akıllı ve bilinçli bir varlıktır, bu özellikleri ise ancak ondan daha üstün bir varlık ona verebilir, yine hiçbir felsefi görüş Allah'tan başka böyle bir varlığı ortaya koyamamıştır, dolayısı ile Allah vardır...

*"İnsan gibi zeki bir varlık, bilinçli bir varlık, ancak kendisinden daha zeki ve daha bilinçli bir varlık tarafından yaratılabilir. Hiçbir felsefe veya dünya görüşü, insandan daha zeki ve bilinçli bir varlık olarak Allah'tan başka bir yaratıcı olduğunu iddia edememiştir. Öyleyse Allah vardır.."

Evet, her varlık, kendi diliyle O’nu anlatmaktadır, duyabilene ne mutlu!..

Yaratıcı, Allah

Yukarıda anlatılanlardan sonra varlığı yaratan bir gücün, bir ilk nedenin varlığının gerekliliğini ve bu ilk nedenin varlığının kendisinden olması gerektiğini ortaya koymuştuk; işte bu varlık Allah'tır... Allah bütün varlığı yoktan vareden Yaratıcı’dır, bütün eksikliklerden uzak olduğu gibi bütün yönlerden yarattıklarından üstündür... Kimileri; “Allah yarattı” demek kaçıştır, der... Oysa en büyük kaçış “Allah yoktur” demektir... “Yok” diyen kişinin düşünmesine de gerek “yok”tur!.. O, bir tek yaratıcıya inanmak yerine bütün varlığı yaratıcı konumuna yükselterek Allah’ı inkar etme saçmalığını benimsemekte ve tüm sorumluluklarından kurtulmaya çalışmaktadır...

Yeterince veya doğru düşünmediği de ortadadır; “Allah yoktur” diyebilmek için varlığı, bilimi, dini ve kendini yok saymak gerekir... Bu da ilgili birey için utanılacak bir durumdur... Önyargıların kuşattığı beyni doğru düşünmesine engel olarak kendi sonsuzluğuna değil, kendi sonuna doğru gitmesine neden olmaktadır...

Bir yaratıcı varsa, O’nun varlığı kendinden olmalıdır; tersi durumunda sonsuz bir döngünün içinde varlığın ortaya çıkması olanaksız olurdu... Bunun böyle olması gerektiğini yukarıdaki açıklamalar da doğrulamaktadır, gelelim bu konudaki diğer örneklere; vagonlar birbirlerini çekmektedirler, peki vagonları çeken lokomotifi kendisinden başka bir varlık mı çekmektedir? Sonsuz sayıda sıfırın bir ilk sayı olmadan değeri var mıdır? Gezegenler ve uydular ışıklarını güneşten almaktadırlar, peki güneş ışığını nereden almaktadır?..

« Nasıl oluyor da Allah’ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir, sonra O’na döndürüleceksiniz. » Bakara, 2/28

Allah’ın Varlığıyla İlgili Anlamsız Sorular

Bu konuda son olarak “bütün varlığı Allah yarattı, peki O'nu kim yarattı?” biçimindeki bir sorunun yanıtını verelim; Allah kendisi Yaratan'dır ve yaratılmamıştır; yaratılmış olsa Yaratan olamazdı... Dolayısı ile O yaratılmış değildir ki, “O'nu kim yarattı?” diye sorulabilsin!.. Yaratılmış olan hiç Yaratıcı olabilir mi?.. Zaten bu tür yaratıcılar zinciri de bir ilk yaratıcıda karar kılmadıkça anlam taşımaz; görüleceği üzere evreni yaratan ve fakat kendisi yaratılmamış olan bir Allah inancı apaçık bir gerçektir...

« Sizin tanrınız Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. » Taha, 98

Allah belli bir ortamda durmaktan, zamana bağımlı olmaktan, boyutlarla sınırlı bulunmaktan uzaktır... Bundan dolayı “Allah varlığı yaratmadan önce ne yapıyordu?” ya da “Allah nerededir?” biçimindeki sorular anlamsızdır... Allah tarafından yaratılmış olan zaman, boyut, mekan gibi varlıkların O'nu bağımlı tutması düşünülemez...

Bunun gibi Allah'ın belirli bir biçimi olmadığı için bu yöndeki soruların da hiçbir anlamı yoktur... Siz yeryüzünde bir ustanın kendi yapıtına bağımlı kaldığını gördünüz mü? Bağımlı olan hiç Yaratıcı, Sonsuz Güçlü, En Üstün Varlık olabilir mi?.. Akıl ve mantık bize açıkça değişim içindeki evrenin yaratıldığını ve bir nedenler zincirinin sonucu olduğunu göstermektedir, bu nedensellik yasasını yaratan ise bu yasadan bağımsız olan yüce Allah’tır... Dolayısı ile inançsızların yaptığı gibi “bu ilk nedenin nedeni nedir?” gibi sorular anlamsızdır...

Allah Yaratıcı’dır, Yaratılmış Değil!

« Yaratan, yaratmayan gibi midir; bu ikisi birbirine benzer mi? Hiç düşünmüyor musunuz? » Nahl, 17

Odada bir kişi ve masanın üzerinde bir silgi bulunsun; siz dışarı çıkıp da sonradan içeri girdiğinizde bu silgiyi farklı bir yerde bulursanız, bu duruma o kişinin neden olduğunu bilirsiniz... Benzer biçimde odada sizden başka birisi varsa ve geri döndüğünüzde o kişi yer değiştirmişse “Bunun yerini kim değiştirdi?” diye düşünmezsiniz; bilirsiniz ki o kendi kendine yerini değiştirebilir... İşte Allah’ın kendisi de bir yaratık değildir ki, yaratılmış olsun, O’nu bir yaratan bulunsun!.. Yaratıcı ile yarattıklarını karşılaştırmak yanıltıcı bir yaklaşımdır; sizin ürettiğiniz bir motorun çalışması için benzin gerekiyor diye siz de benzin mi içmelisiniz?.. Maalesef inkarcı yaklaşımlar diğer konuları olduğu gibi, bu son derece basit gerçeği de anlamamakta veya anlamak istememektedirler...

Görmek ve İnanmak

Kimileri “Ben görmediğime inanmam” der; oysa görmek ile inanmak birbirinden farklı kavramlardır, görmek büyük oranda bilmek demektir, iman ise yine büyük oranda görülmeyenedir! “Görmediğime inanmam” görüşü eskiden oldukça yaygındı, oysa günümüzde gözümüzün görme sınırının oldukça düşük olduğu ve göremediğimiz sayısız varlığın bulunduğu ortaya çıkmıştır... Temelde bu görüş oldukça mantıksızdır; örneğin okuyucunun kör olması bu çalışmanın yokolmasını gerektirmez...

Hem, insanı temelde diğer varlıklardan ayıran özelliği görmeden inanmasıdır; örneğin, bir sinek görmediği cam engelini aşabilmek için çabalayıp durur... Bizim o sinekten farklı olmamız gerekmez mi? Görünen bilinir, iman ise görülmeyenedir... Evet, “görmediğime inanmam” diyen kişi bir sinekten de aşağı durumda olsa gerek; “görmediğime inanmam, demekle, “ben gözlerimle düşünürüm” demek arasında bir fark yok. Bu durumda akıl ne işe yarayacak?..”

Biz göremiyoruz diye sayısız yıldızlar, karadelikler, çok çok küçük varlıklar, duygularımız, aklımız, vicdanımız, ruhumuz vb. yok mu? Sözünü ettiğim gerçeklerin bir bölümü somut varlıklar olduğu için çeşitli yöntemlerle gözlenebilmektedir, peki soyut varlıklar?..

Diğer yandan somut varlıkların gözlenebilir olması da önemli değildir; örneğin doğuştan görmeyen birisine renkleri ya da varlıkları anlatamazsınız!.. Demek ki, görmemek inanmaya engel olamaz...

Benzer biçimde tek başına görmek de yeterli değildir; örneğin güneş küçük bir top kadar gözükse de yeryüzünden çok daha büyüktür... Açıkçası göz bütünüyle güvenilir değildir, yanıltıcı olabilmektedir ve önemli olan gönül gözünün açılabilmesidir; unutmayalım ki, gözümüz kendisini bile doğrudan görememektedir...

Görmedikleri için Yaratıcı’ya inanmayanların, görmedikleri ancak varlığını bildikleri doğadaki yasalara inanmaları, kendilerini yalanlamaları demektir, yasaya inanıp “yasa koyucu”ya inanmamaları da ayrı bir şaşkınlık!..

Natüralizm / Doğacılık

Allah’tan kaçanlar “tabiat”a sığındılar. Padişaha isyan edip, cellattan yardım uman suçlunun mantığı. Tabiat da, yaratılanların toplamından ibaret büyük bir eser. Ustayı inkar için, esere usta demek izahın değil, kaçışın ifadesi.

Güneşe, suya ve toprağa tapanlara “ilkel” diyenler, varlıkların yaratılışını güneşe, suya ve toprağa vermekle aynı inancı paylaşmıyorlar mı? Natüralizm, putperestliğin yeni adıdır.

İnkar cephesinde yeni bir şey yok. İsimler değişti, ama mantık çizgisi aynı kaldı. Ne iniş var, ne çıkış. Yükselişi yok ki, alçalışı da olsun. İddiasının dayanağı tek kelimeden ibaret: Yok! Yok’larla bina kurulmaz. Bin tane yok, bir varı tartamaz. “Yok” kelimesi inançsızın kimliğidir, kendi boşluğunu belgeler.

Reklam, en çok güvendikleri araç. “Bilim adına” sürekli tekrarlanan yalan, zamanla doğrunun yerini alabilir. Eğer o yer, gerçeklerle doldurulmamışsa. Mantığın temel kanunları ışığında düşünen akıl diyor ki, her eserin bir ustası vardır. Hiçbir eser kendi kendini yapamaz. Kitap yazarını, masa marangozunu, resim de ressamını gösterir. Ustayı eserin içinde aramak ise, boşuna gayret.

Bir yazı okuduğumuzda, “Bu harfler mürekkeple yazılmış. Mürekkebin tabiatında ise, yazı olmak özelliği var” diyerek, yazarı inkar edebilir miyiz? Tablodaki resme hayran olup, “Resim olmak boyaların tabiatındandır. Bu eserin ressamı yok” diyebilir miyiz?

“Apartman, kumun, çakılın, demirin ve tahtanın tabiatı gereği var olmuştur. Mimarı yoktur” dersek bize kim inanır? Yahut, o apartmanın projesini görüp, “İşte mimar budur” diyerek kimi aldatabiliriz?

Kainat ve içindeki her eser de bir binaya, bir resime veya bir kitaba benzer. “Bunların yaratılması eşyan1n tabiatı gereğidir” diyen adam, cahilliğini ilan etmiş olur. Binanın yapılması için nasıl projeyi çizen ve yapıyı kuran bir mimar gerekiyorsa, kainattaki eserlerin de bir ölçü ve kanun ile yaratılması için bir Yaradana ihtiyaç vardır.

Kainattaki her varlık da sanatlı bir eser. İnsan takatini aşan bir ilim, irade ve kudretle yaratılmış. Ölçü, düzen ve güzellik diliyle sanatkarını ilan ediyor. Bu sesi kim susturabilir?

Kainat, yaratılanların bütünü. Demek kendisi de yaratılmış. Tabiat ise kainattakilerin toplamı. Daha net bir anlatımla, tabiat, bir bakıma, kainatın ikinci adı. Şu halde, “kainatı ve içindekileri tabiat yarattı” demekle, “kainat kendi kendini yarattı” demek arasında ne fark var?

...

Tabiattaki kanunlar itibaridir. Hariçte vücutları yoktur. Varlıkları, maddenin varlığıyla devam eder. Kendi başına varlığını devam ettiremeyen bu mücerret mefhumlardan ne beklenebilir?

Canlılar yokken “üreme kanunu” da yoktu. Şu halde, üreme kanununun canlıları yarattığını söylemek mümkün değil. Canlıları ilim ve hikmetle yaratan kim ise, hayat kanunlarını koyan da O’dur.

Bu kanunlar, düşünen insanı, inkara değil, imana götürür. Çünkü, kanun varsa, o kanunu koyan bir de hakim vardır. Hiçbir kanun kendi kendine ortaya çıkamaz.

...

Tabiat fikrini kabul edenlerin, konuyu derinliğine düşündüğünü sanmıyorum. Sığ bir düşünce, imkansızı mümkün gösterebilir. Yoksa, meseleyi akıl terazisiyle tartan herkes, tabiatın yaratıcı değil, eser olduğunu bilir.

Allah’ın sanatlı bir eseri olan tabiatı yaratıcı sanmak, tek kelimeyle ilkelliktir. Böylelerinin kendilerine “ilerici” ve “çağdaş” demeleri gerçeği değiştirmez. “Kara” olana “ak” denmekle ne değişir!? (Ömer Sevinçgül)

Vahdet-i Vücud / Panteizm

Tanrı’nın varlıkla birleşmiş olduğunu, eşyanın O’nun değişik görüntülerinden oluşup özde bir birliğin bulunduğunu savunan görüştür; Allah’ın yarattığı bütün nesnelere O’nun kendisi, parçası, gölgesi, yansıması vb diyerek yaratıklar ile Yaratıcıyı karıştırmakta ve bir bütün saymaktadırlar... Evet, her varlıkta O’nun mührü bulunmaktadır, O’nu bize tanıtır ancak O’nun kendisi değildir; herşey O’ndandır ama herşey O değildir!..

Nasıl bir yazının yazarı, bir resmin ressamı, bir evin ustası kendi eserinin içinde aranmazsa yüce Allah da yarattıklarının içinde aranmaz, aranmamalıdır... Allah başlangıçsız olup kendisinde değişiklik bulunmayan bir varlıktır; oysa evren (yaratıklar) sürekli olarak değişip durmaktadır... Ayrıca Kuran-ı Kerim’de herşeyin yok olacağı söylenir, demek ki O’ndan ayrı bir oluşumdur bu varlık alemi; O’nun eseridir ancak kesinlikle O değildir...

Yöntemi ne olursa olsun bunun tersini savunan kişilerin görüşleri hem geçersiz, hem de dayanaksızdır; evet, yüceler yücesi olan Allah aşkındır, içkin değil!.. O zamanla, mekanla, yönle, boyutla vb sınırlı değildir; Kuran’da gözlerin O’nu göremeyeceği, herşeyin yoktan yaratıldığı ve yokolacağı, O’nun benzeri hiçbirşeyin bulunmadığı açıkça dile getirilir; bütün bunlardan sonra yaratıklar ile Yaratıcıyı özdeşleştirmek olacak iş değildir!.. Daha önce de açıklandığı üzere evren yaratılmış olup yaratıcısı Allah’tır; Allah hep vardır ve hep var olacaktır...

Özetlemek gerekirse; Tanrı sevgisini çığırından çıkararak bütün varlığı O’nunla özdeşleştirmek, diğer bir deyişle O’na sayısız ortaklar koşmak (şirk) son derece yanlış ve gereksiz bir davranıştır; eser ile ustayı, yazı ile yazarı, kitap ile katibi, fiil ile faili karıştırmaktır... Tanrı, algı organlarımızla kavranamaz bir varlıktır; sınırlı olan bizlerin sonsuz olanı algılamamız nasıl düşünülebilir?.. Evet, yazar yazının içinde aranmaz...

« Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma... » ***

“Maddeden yapılmış olan, his organlarının esiri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekanlı olan, maddesiz, zamansız ve mekansız olana nasıl bir yol bulabilir?.. Mahluklara hiç benzemiyeni mahlukların dışında aramak lazımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekanın dışında aramalıdır. İnsanın dışında ve kendisinde görülen hiçbirşey O değildir; O’nun alametleridir... Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, la ilahe derken yok etmelidir...” Mektubat

Tanrı Sözcüğü

“Allah” yüce Yaratıcı’nın bütün sıfatlarını (Esmaü'l-Hüsna; Rahman, Rahim, Aziz, Kerim, Vedud, Rabb, Nur gibi) bildiren “özel adı”dır; Türkçeye “Tanrı” biçiminde çevrilemez, Tanrı “ilah” sözcüğünün karşılığıdır... Bununla birlikte Allah’ı belirtmek üzere “Tanrı, Yaratan, Yaratıcı” vb denebilir; Kuran-ı Kerim’de O’nun sıfatları kullanıldığı gibi, yine O’nu belirtmek üzere “ilah/tanrı” sözcüğü de kullanılmıştır...

« Tanrı’nız bir tek Tanrı’dır. O merhamet eden, merhametli olandan başka Tanrı yoktur » Bakara, 2/163

Tesadüf ve Kelebek

Mükemmel bir sarayın ustasını inkar edip, “bu bina taşların tesadüfen bir araya gelmesiyle yapıldı” diyen birine güleriz. Bir şiirin şairini tanımayıp, “bu şiir, sözcüklerin tesadüfen toplanmasıyla yazıldı” diyeni ciddiye almayız. Peki, biri çıkıp, canlıların, mesela bir kelebeğin tesadüfen var olduğunu söylerse ne der, ne ederiz?

Herkes atomların şuursuz olduğunu bilir. Yaratıkların yapı taşı olan atomlar, ilim, irade ve hayattan mahrumdurlar. Değil dünyadaki harika eserleri, kendilerini bile tanımazlar; bir Sanatkar tarafından kullanılmadıkça “eser” olabilirler mi?

Her eser, güzellik ve ahenginin diliyle sanatkarını ilan eder. Kelebeğin resmini tuvale aktaran ressamı takdir edip, aslını tesadüfe havale etmek akla uygun mu? Birbirine benzemeyen, ama hepsi de mükemmel olan suretler bile harika yaradılışlarıyla tesadüfün beş para etmediğini göstermeye kafi.

Varlıkların suretleri gibi büyüklükleri de birbirinden farklı. Kelebekle kartalı, göz ile kanadı yanyana koyarsak bu gerçeği açıkça görürüz. Hemen soralım, kelebek neden kartal kadar büyümüyor? Kanat neden metrelerce uzamıyor? Atomları belli sınır çizgilerinde durduran ne?

Bu suallere “tesadüf” deyip geçemeyeceğini anlayan tesadüfçünün “genler” diye fısıldadığını duyar gibiyim. Oysa gen, benim delilimdir. Çünkü, her gen bir plan örneğidir ve ilim sahibi bir planlayıcıyı gösterir.

Biz, o ilahi programa “kader” diyoruz. Atomlar mutlak manada “emir kulu” olduklarından kaderde yazılana aynen uyarlar.

Aynı şekilde, her plan bir “tatbik edici usta”nın şahididir. Planın bina yaptığı nerde görülmüş?

Her varlık belli kanunlarla meydana gelir. Canlılar, belirli kanunlar dahilinde hayatiyetlerini sürdürüler. Kanun ise, bir ilim ve şuur işidir. Şu halde, kanunun olduğu yerde tesadüfe yer yoktur. Çünkü tesadüf, cehalet ve şuursuzluğun ifadesidir.

Bir uçak tasavvur edelim ki, yakıtını kendisi temin ediyor, her yıl kendine benzer binlerce uçak üretiyor, pilotsuz uçuyor, konup kalkmak için özel havaalanı istemiyor, üstelik de avucumuza sığacak kadar küçük.

Bir mühendis çıksa da böyle bir uçak yapsa, bütün dünyanın takdirini toplar. O mühendisi inkar eden, uçağın tesadüfen yapıldığını söyleyen bir kimsenin ise, herkesin alay konusu olacağından şüphe yok.

Misali hakikate tatbik edersek, her kelebeğin, yukarıda hayal etmeye çalıştığımız uçaktan daha mükemmel olduğunu görürüz; üstelik kelebeğimiz canlıdır.

Diğer canlıların da kelebekten sanatça geri olmadığı malum. Bir bahar mevsiminde milyarlarcası yaratılan bu şaheserleri “tesadüf” kelimesiyle izah etmek mümkün mü?

Yedi harften mürekkep “tesadüf” kelimesinin bile tesadüfen yazılması imkansızken, milyarlarca atom harfinden meydana gelen varlıkların tesadüfen var olduğunu nasıl kabul edebiliriz?

Evet, yazı vardır harflerle yazılır. Yazı vardır nakışlarla yazılır. Yazı vardır ilimden harflerle, kanundan harflerle, sesten, nefesten, histen harflerle yazılır. Yazılar çeşit çeşittir, türlü türlüdür.

Her yazıyı herkes okuyamaz. Çünkü yazı vardır gözle okunur. Yazı vardır kulakla, vicdanla, akılla, kalble okunur. Bazı yazılar da vardır ki, ancak imanla okunur.

Kainat her nevi yazılarla dolu. Gülün kokusunda, kelebeğin kanadında, bülbülün sesinde, toprağın dirilişinde yazılar vardır. Suyun harelerle akışı, ayın ışıl ışıl parlayışı, koyunun şefkatle meleyişi, rüzgarın heyecanla esişi, insanın düşünüşü, sevişi, ağlayışı, gülüşü hep birer yazı örneğidir.

Kainat, çeşit çeşit yazılardan mürekkep harika bir kitaptır. Varlıklar ise, birer ibret levhası, mana sembolü ve hakikat habercisidir. (Ömer Sevinçgül)

Düşünce Pınarı

“Ahlaklı bir düşünüş, kişiyi Allah’ın varlığını kabul etmeye götürecektir” Emmanuel Kant

“Eğer gerçekten Tanrı olmasaydı, benliğimde bir Tanrı düşüncesi taşımam olanaksız olurdu” Descartes

“Allah’tan uzaklaşan, Allah’ı aramayan insan, ne kendisinde, ne de kendi dışında hakikati ve saadeti bulamaz” Pascal

“Sade insanlar, Allah’ı, güneşin harareti ve bir çiçeğin kokusu kadar doğal olarak hissederler” Alexis Carrel

“Materyalist, kalemi yazar, fırçayı ressam, çiviyi marangoz zannediyor. Hareketlerin ve kuvvetlerin arkasındaki ilim ve iradeyi görmek istemiyor...”

“Eser ustasını aşamaz. Halbuki materyalist mükemmeli noksanla izaha çalışıyor” Ömer Sevinçgül

“Bir çocuk nasıl mama aramak ihtiyacında ise, insan da Allah’ı aramak ihtiyacındadır” Henri Bergson

“İslam, Allah’a inanması için insanı, hurafeye inanmaya mecbur etmediği gibi; ilmin hakikatlerine inanmak için de Allah’ı inkar etmeye mecbur etmez” Muhammed Kutub

“Yol odur ki Hakk’a vara, göz odur ki Hakk’ı göre” Yunus Emre

“İşlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi failsiz olmaz” Bediüzzaman

“Bir tabiat kanununu ifade eden her formül Allah’ı öven bir ilahidir” Maria Mitchell

“Hikmetten anlayana manalı bir söz kafidir. Manen sağır olanlar, zaten hakkı duymazlar” Hz.Osman

“İnanmak istemeyeni hiç bir mantık inandıramaz” Cenab Şehabeddin

“Hidayet, ona doğru yürüyenlere koşar... Yağmurdan kaçanların kuraktan yakınmaya hakları yoktur” Selahaddin Şimşek

“İlim öğrenip de amel etmeyen kimse, çift sürüp de tohum ekmeyene benzer” Sadi Şirazi

“Cehalet maddi ve dünyevi bilgileri bilmemek değildir. Cehalet hakkı ve hakikati görmemektir” Atasoy Müftüoğlu

“İnanmıyorum, diyorsun; inanmadığına inanmıyorum, biliyorsun!..” Ali Suad

“Gördüklerim, görmediğim yaratıcının varlığına inanmaya beni mecbur ediyor...” Emerson

“Dinsiz vardır ki, inkarının esasları bir mabed teşkil eder...” Cenab Şehabeddin

“Mal sahibi, mülk sahibi! Hani bunun ilk sahibi?” Yunus Emre

“Hakikatler, yapraklarını hiçbir sonbaharın dökemediği asırlık ağaçlardır” Selahaddin Şimşek

Din Bir Gereksinimdir

Kimileri “dine gereksinim (ihtiyaç) yok, en azından gelecekte olmayacak!” diyorlar; ne kadar saçma bir yaklaşım!.. Böyleleri gerçeklerin içyüzüne inemeyen, cevizin kabuğuna takılıp kalan düşünce yoksunu kişilerdir... Dinin ne olduğunun ortaya konması onların bu görüşlerinin ne kadar gerçekdışı ve geçersiz olduğunu açıkça gözler önüne serecektir...

Din, “niçin?” sorusuna bir yanıt verir; evet, nereden geldik, nereye gidiyoruz, ölüm, ölüm sonrası, yaşam, iyilik-kötülük, varlık nedenimiz gibi sonu gelmez sorulara bir yanıt getirir, kişiye yaşamının amacını öğretip mutluluk yolunu gösterir; böyle bir araca kim “gereksiz” diyebilir? Bu sorunlar evrensel sorunlar olup din dışında bunlara yanıt verilemez... Bilim nasılı araştırır, düşünce varlıklar arasında ilgi kurar, akıl-göz-kulak gibi bütün duyu ve algı organlarımız ise sınırlı olup bu tür sorulara mutlak gerçek olan bir yanıt getiremezler...

İnsan düşünen bir varlıktır, varolduğu sürece de öncelikle bu soruları düşünecektir, öyleyse din tartışmasız olarak ve yeri doldurulamaz bir gerekliliktir... Bunun böyle olduğuna geçmiş bütün açıklığıyla tanıktır; bilimsiz, felsefesiz, sanatsız toplumlar görülmüştür ama dinsiz bir toplum görülmemiştir... Evet, din insan içindir ve bir gereksinimdir...

Sorun dinin varlığı değil kişilerin elinde yozlaştırılmasıdır, işte tavır alınması gereken de budur, yoksa dinin kendisi değil... Sorarım size; kişinin düşünce boyutunu sonsuza ulaştıran bir din mi uyuşturucudur, yoksa kişileri bu düşüncelerden alıkoyan, gerçekten soyutlayan dindışı yaklaşımlar mı? Bu sorunun yanıtı çok açık olsa gerek!..

İşte gerçekte “gereksiz” olan onların bu tür saçma yaklaşımlarıdır; sonuçsuz, acı getirici, özden uzaklaştırıcı yaklaşımları!.. Dine karşı çıkanlar, dinin her söylemine karşıt bir söylem getirirler, getirmelidirler... Demek ki inkar edilen din yerine yeni bir din! ortaya konmaktadır; hiç kuşkusuz ki bizim tercihimiz beşeri dinler değil ilahi (hak) din olacaktır, olmalıdır...

Günümüzde gücün ve paranın egemen olduğu haksız bir düzen sözkonusu, sömürü alabildiğine yaygın, ahlaksızlık dizboyu, ölçü ve tartıda haksızlık, rüşvet, faiz, kumar, adam öldürme, kayırıcılık, din ve bilim adamlarının gerçeği gizlemesi, puta-maddeye-akla-kadına-bilime, açıkçası Tanrı dışındaki varlıklara tapma, şirk, yolsuzluk, manevi boşluk.. gibi ne ararsanız var; dolayısı ile din hala bir gereksinim ve dünya hala İslam’a muhtaç, gerisi felsefe, hikaye...

Sonuç olarak, kişilere sorumluluklarının hatırlatılması ve öğretilmesi gerek; dahası, yaratılışından gelen din ve iman duygusunun doğru olarak karşılanması gerek, öyleyse insan var olduğu sürece din de var olacaktır...

***

Din duygusu doğuştan var olan bir duygudur; evet, kişinin içinde Tanrı’yı arayış duygusu yerleştirilmiş bulunmaktadır... Çocuk büyüdükçe kendiliğinden nedensellik kavramını öğrenerek varlıkla ilgili sorular sormakta, kendisini Tanrı’ya ulaştıracak konularla karşı karşıya gelmektedir... Bu konulara ancak dinin bir yanıt verebileceği belirtilmişti; demek ki din (hava, su ve ışık gibi) doğuştan varolan bir gereksinim olup, diğer gereksinimlerimiz gibi bu da bize gönderilmiştir; ondan yüz çevirmek özümüzden uzaklaşmaktır; sorunun çözümünü elimizin tersiyle itmektir...

« Hakka yönelerek, kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. » Rum, 30/30

Kişideki bu arayış ona kendi konumunu da gösteren bir iyiliktir, böylece o büyüklenmemesi gerektiğini öğrenmektedir, buna karşın büyüklenenler, kendileriyle de çatışan, öz değerlerinden kopuk kişilerdir... İçindeki arayış ve yönelişe engel olmaya çalışan kişi, çıkmaz bir yoldadır; akıldışı ve mantıksız bir davranış sergilemektedir, bu haliyle başkalarını eleştirmesi de ayrı bir zavallılık!..

Evet, dine karşı çıkanlara sormak gerek; “hiç neden, niçin demiyor musun?” Diyorsun; öyleyse din “gerekli”!..

***

İnanç yaratılışın gerektirdiği bir zorunluluk olduğu gibi, akıl ve mantık da bunu gerektirir; hiç kimse bir işin failsiz, bir eserin ustasız olabileceğini savunamaz... Evet, gerçekler böylesine ortada iken kimileri şu veya bu yöntemle, şu veya bu yaklaşımla inançsızlık etmekte, üstüne üstlük bu tutumunu savunarak başkalarını suçlayabilmektedir!..

“Yazar olmadan yazı, ressam olmadan resim olur” diyememekte fakat yüce Allah’ı inkar edebilmektedirler... Bu yüzden inançsızların düşünce boyutu bana son derece kısır gelir, onları anlayabilmem oldukça güçtür ve düşünmesini bilenler için şu ayetler yeterince açıktır;

« Onlar, yaratan olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa yaratanlar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır, Allah’a kesin olarak inanmıyorlar. » Tur, 52/35-36

Varlık, var edicisinden ayrı olarak düşünülemez, düşünülürse gerçeğe ulaşılamaz; işte Kuran yüce Allah’ı bize bütün yönleriyle tanıtır, bu konudaki bütün yanlış anlayışlara bir son verir... Kuran O’nun adıyla başladığı gibi O’na sığınmayla son bulmaktadır, ne güzel bir uyum; varlığın başlangıcında da, devamında da, sonucunda da yüce Allah vardır...

O’nu varlıktan soyutlamak, sözcükleri manalarından ayrı düşünmeye benzer, O’nsuz her açıklama boş ve eksiktir... Varlık Emrullah, varlık yasaları Sünnetullah, insan Abdullah, Kuran Kitabullah ve Hz.Muhammed “sav” Resulullah... Bu bütünlükten birini eksik bırakmak yanlışa sapmak demektir...

Evren bize Allah’ı hatırlatır, O’nun sayısız belgeleri ile doludur... Varlığımız Allah’ın kudret elindedir... Biz O’na muhtacız, muhtaç olan ise ihtiyaçlarını yüzçevirerek değil yönelerek elde edebilir... Öyleyse yönelişimiz, her zaman için Rabbimize olmalıdır...

Din Üzerine

Din, insanlara doğruyu gösteren kurallar bütünüdür... Allah'ın elçileri aracılığıyla insanlara ulaştırdığı Tanrısal Yasalar'dır... Sözcük olarak karşılığı ise; yol, yasa, düzen, inanç, boyun eğme gibi anlamlardır...

Din kuşkusuz gereklidir; insanlar akılları ile Allah'ın varlığını bulabilseler bile, O'nun temel niteliklerini, kendi sorumluluklarını, nasıl kulluk edebileceklerini, ölüm sonrasını vb. kavrayamazlar...

İşte bu gibi konuları insanlara bildirecek olan dinler ve dinlerin öğreticisi konumunda olan elçilerle kitapların varlığı gereklidir... Onlar iki dünya saadetinin yolunu, insanların birbirleriyle ilişkilerinin biçimini, görgü kurallarını anlatacaklardır ki, insanlık ilerleyebilsin, yaratılış amacına uygun bir yola girebilsin...

Diğer canlılarda ve hatta cansızlarda bile önderi olmayan varlık yokken insanlar nasıl başıboş bırakılabilir? Evet, Allah insanlara din göndermiştir ve bu dinlerin sonuncusu da İslam Dini'dir... İslam Dini'nin kurallarını koyan Yüce Allah, uygulayıcılığı ile örnek olan ve açıklayan Hz.Muhammed'dir. Dinin kaynakları ise Kuran-ı Kerim, Sünnet (Hadisi Şerifler), İcma (Görüş Birliği) ve Kıyas (Usa vurma) olarak belirlenmiştir...

Bunların hepsi yukarıya doğru birbirine uymak durumundadır... Örneğin ne kadar “güvenilir” denilse de Kuran'la çelişen sözlerin dinen bir anlamı olamaz... Doğrudan Kuran bu konuda bizlere kanıttır;

« Kuran'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir. De ki: “Rabbim kimin doğrulukla geldiğini, kimin apaçık sapıklıkta bulunduğunu en iyi bilendir” » Kasas, 85

Bu ayetten açıkça anlaşılacağı üzere bütün müslümanlar gibi Hz.Muhammed de Kuran'a uymakla yükümlüdür, yaşayan Kuran olan birisinin Kuran'a aykır1 davranışlar içerisine girmesi ya da Kuran'a aykırı sözler söylemesi düşünülemez... Bu nedenle Kuran'la çelişen sözlere ve rivayetlere değer verilmemesi gerekmektedir... Evet, kaynak aynı ise, ki öyle; “Muhammed'ül Emin” değil, “Sahih/Güvenilir” denen çalışmalar sorgulanmalıdır...

Din öncelikle insanları Tek Allah inancına çağırır... Bundan sonra diğer inanç konuları, kulluk görevleri, kişisel ve toplumsal ilişkiler, ahlak esasları gelir... Dini ortaya koyan ve bu konuda yetkili olan tek kişi Yüce Allah'dır... Elçiler melek (Cebrail) aracılığıyla aldıkları bilgileri olduğu gibi toplumlarına ulaştırmakla görevlidirler; Allah'ın buyruklarına kendilerinin ekleme yapması ya da bu buyruklardan eksiltmede bulunmaları söz konusu olamaz...

Belirlenen bu buyruklar insanı yaratanca insanlar için konulmuştur; dolayısı ile insana uygun, akıl ve mantığa yatkın ve en güzel kurallardır; evet, bu kurallar kişileri iyiye ve güzele ulaştırır... Amacı insana kendisini tanıtmak, sorumluluğunu bildirmek ve iki dünya mutluluğuna ulaşmasını sağlamaktır...

Kişiler din seçiminde özgür oldukları gibi kulluk görevlerini yapıp yapmamakta da özgürdürler... Bu tür sorumluluklarının karşılığını bütünü ile ölüp dirildikten sonra alacaklardır... Hiç kimse dinini değiştirmeye ya da kulluk yapmaya zorlanamaz...

Şunu da belirtmek gerekir ki, insanın ruhsal yönü ve toplumsal yapı bir dine gereksinim duyulduğunu açıkça gösterir... Günümüze kadar dinsiz ya da inançsız bir toplum görülmemiştir... Nitelikleri farklı olmakla birlikte insanlar çeşitli varlıklara tapmışlar, çeşitli dinlerin peşinden gitmişlerdir... Demek ki, insanın doğasında var olan inanma ve din duygusunun karşılanması gerekmektedir... Bu noktada da görev elçilerin ve kitaplarındır... Onlar insanlara en doğru yolu gösterirler, böylece insanlar akıl, irade ve bilinçlerini kullanarak Allah'ı ve O'nun buyruklarını, kulluk sorumluluklarını kavrarlar...

Evet, insan kendini bilip düşünmeye başladığında “niçin?” demiştir; nereden geldim, nereye gidiyorum türünde sayısız sorulara yanıt bulmaya çalışmıştır... Bu da gereklidir; ölümü yokluk olarak algılarsak yaşamın ne anlamı kalır? Sonrası düşünülmedikten sonra buna kim dayanabilir? Düşünsenize yokluğa gidiyorsunuz; böyle bir yaşam çekilir mi? Gittiğiniz yollar altından olsa bile uçuruma doğru gidiyorsanız hiç içiniz rahat ve mutlu olabilir misiniz? Evet, mutluluğun anahtarı inanmaktır...

Birey, beden ve benlik (ruh) olmak üzere iki parçadan oluşur... Bedenin gereksinimleri olduğu gibi ruhun da gereksinimleri vardır ve bedenin de üzerinde bir etkinlik gösterir... Bedenimizin yeme, içme, barınma, sağlık gibi gereksinimleri karşılanmazsa hasta olur... Benzer biçimde ruhun gereksinim duyduğu inanma ve sonsuzluk duygusu yanıtlanmadıkça kişinin ruh sağlığını bulması çok zor olacaktır... Düşünsenize kendini bir ot gibi gören insan, insanlığının farkına nasıl varabilir?..

Kişilerin taşıdıkları din duygusu imanla karşılanmazsa mutsuz olurlar; diğer düşüncelerin onları doyurabilmesi olanaksızdır... Evet, insanın Allah, yaratılış, kulluk, ölüm, ölüm sonrası gibi arayışlarının yanıtlanması kuşkusuz büyük bir gereksinimdir... Bu tür soruların yanıtı da ancak din ile verilebilir... Din kişiye yaşamının anlamını öğretir; gerçekten amaçsız bir biçimde yaşayan kişinin varlığı bir hiç değerindedir...

İslam Dini'ne gelirsek; İslam en son ve olgun dindir... Bütün insanlığı kapsar; açıkçası evrenseldir... Bu dinin Elçisi olan Hz.Muhammed de son elçidir... Bundan dolayı Kuran ve İslam kıyamete kadar görevlerini yerine getireceklerdir ki, güneş gibi bütün çağlara seslenebilecek niteliktedirler...

Kelime-i Şahadet: “Eşhedü en lailahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve rasuluhü” (“Ben tanıklık ederim ki, Allah'tan başka tanrı yoktur... Ve yine tanıklık ederim ki (Hz.) Muhammed O'nun kulu ve elçisidir”) Evet, bu sözler İslam'ın temelidir... Bu sözleri inanarak söyleyen kişi müslüman olur... İslam inancının temeli Allah'a, meleklere, kitaplara, elçilere, kaza ve kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, öldükten sonra dirilişe ve ahiret gününe inanmak oluşturur... Bu inançların kişinin yaşamına getirdiği olumlu etkiler sayılamayacak kadar çoktur...

Din ve İslam Dini

İslam Bilginleri Kuran'ın verilerine dayanarak din için şu tanımlamaları yapmışlardır: 1. Allah'a teslimiyet; 2. Allah ’ın insanlığa yönelik hükümler halinde kanunlaştırdığı buyrukların tümü; 3. Tanrısal buyruklar toplamıdır ki, akıl sahiplerini kendi serbest seçenekleriyle, doğrudan doğruya hayra iletir; 4. Akıl sahiplerini kabule çağıran tanrısal mesajlar toplamı

Kuran, çok açık bir biçimde insanlar ve cinler dışındaki tüm varlıkların Allah'ın iradesine (kanunlarına) uyduklarını belirtir. Bu yüzden insan elinin ulaşamadığı her yerde tam bir denge, barış ve adalet hakimdir. İnsan ise kendisine verilen irade ve bilgi ile bu denge ve barış ortamına ve kanunlarına uyup uymamakta özgürdür...

İnsanın bu iki yönlü yapısı sayesinde çeşit çeşit eğilimler, arzular ve duygular içindedir. İnsana, yer yüzünde yaşamını sürdürebilmesi için üç temel kuvvet/güç verilmiştir:

a) Kuvve-i şeheviye (yeme, içme, üreme... dürtüleri);
b) Kuvve-i gadabiyye (savunma ve korunma için gerekli tepki gösterme, mücadele, savunma... dürtüleri);
c) Kuvve-i akliyye (düşünme, muhakeme, zeka... dürtüleri)

Bu kuvvetler yaratıcı tarafından sınırlandırılmamış olup insanın bu konularda iradesini kullanması istenmiştir. Eğer insan sahip olduğu bu kuvvetleri bireysel ve toplumsal hayatının barış içinde düzenli olması için gerekli biçimde sınırlandırmazsa bu iç güçler “iffetsizlik, hak adalet tanımama, hakka tecavüz; önü alınmaz ve gereksiz öfke, yanlışı doğru, doğruyu yanlış gösterme; demogoji” gibi uç noktalara kayar ve bunun sonucunda bireysel ve toplumsal yaşamda her türlü olumsuzluk baş gösterir.

İnsan, gerek bu olumsuzlukları, haksızlıkları ve sömürüyü önlemek, gerekse bu nitelikleri kendisine ve topluma yararlı, mükemmellik boyutuna ulaştırmak için, kapsamlı bir bilgiye (akla, adalete) muhtaçtır.

İşte, kişiyi kendi hayatında tam bir mutluluk, uyum ve barış içinde geçirebileceği mükemmelliğe ulaştırabilecek ve toplumda barış ve adalete dayalı bir yapı oluşturabilecek mükemmel bilgi (tümel akıl) Allah tarafından gönderilmiş Hak (doğruya, adalete dayalı) DİNDİR.

Bu noktada elçi, dinin uygulanmasını sağlayan, onu pratik hayata en mükemmel şekilde aktaran kişidir. Dini pratikler demek olan ibadet ise dinin hakikatlerinin insanı aydınlatmasını, onun kalbine yerleşmesini sağlayan İlahi yasalardır...

Din “gerçek din” Olmazsa Ne Olur?

İnsan gerek bireysel gerekse toplumsal yaşamda kurallara uymakla ancak barış ve adalete kavuşabilir. Bu kurallar eğer İlahi Adalete ve barışa dayalı (İlahi kanunlar) değilse, onların yerini insanların veya insanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kurallar alacaktır. Bu durumda insan ürünü düşünce ve ideoloji sistemleri (beşeri dinler) ortaya çıkar.

Bu dinlerin tanrıları, onları ortaya koşanların nefis ve arzularıdır, heves ve tutkularıdır. Bu dinlerinde inanılıp kabul edilmesi gereken bir takım kuralları vardır. Allah'ın (zülüm ve sömürüye neden olduğu için) asla razı olmadığı bu dinlerde pek çok putlar bulunur. Genelde bu dinlerin toplumsal hayattaki dayanak noktası kuvvettir. Güçlü olan haklıdır ilkesi). Hayat prensipleri kavgadır, mücadeledir. Toplumsal bağları, ırkçılık ve milli çıkarlardır. Hedefi insanın mutluluğunu sağlayamayan hevesleri tatmin ve ihtiyaçları sun'i olarak arttırmaktır.

Hak dinin esası ise; İlahi adalet ve barış yasalarına uymaktır (kulluk). Hak dinin toplum hayatındaki dayanak noktası, haktır (Haklı olan güçlüdür) Gayesi, manevi tekamül (mükemmellik) ile Allah'ın isimlerini (O'nun keremini, adaletini, sevgisini) yansıtmaktır (Allah'ın razı olması budur) Hayat prensibi, mücadele değil yardımlaşmadır. Toplum fertleri arasındaki bağ, çıkar bağı değil; düşünce, hedef, ideal bağıdır. Sonuç ve hedefi insanı olgunlaştırmak, gerçek mutluluk ve barışa ulaştırmaktır.

Batılı din tarihçilerinin varsayımlarının tersine insanlığın ilk dini animizm veya totemizm gibi "ilkel" dinler değil, Kuran'ın deyimiyle İslam'dır. İnsan, insan olmak noktasında her zaman aynı özü taşıdığından Allah'ın insanlar için gönderdiği din, temelde (özde) aynı ve tek olmuştur. Hz.Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi tüm resullerin getirip duyurduğu, nebilerin de uyup tatbik ettiği din her zaman aynı olmuştur. Ama her defasında birtakım olumsuz sebeplerle bu dinden uzaklaşan insanlar yine temelde aynı şekilde değişen dinler üretmişlerdir.

Böylece “ilkel, batıl, şirk dinleri” ortaya çıkmıştır. Nitekim Hinduizmin kutsal metinlerinden olan Vedaları inceledikten sonra, Alman filozofu Schelling şöyle demiştir;

“Bütün insanlık önceleri tek varlıktı (bir ümmetti). Ve tek bir Tanrıya inanıyordu. Sanki en eski din (yani el-İslam) yıldız yıldız parçalanmış...” Kaldı ki günümüzde ilkel dediğimiz totem ve tabuların çağdaş kılıklara büründüğünü görmemek mümkün değildir.

Batıda Dine Bakış

Toplumumuzda geleneksel anlayış, dini çok dar anlamda ele almaktadır. Din denilince sadece Allah'a inanmak, ibadet gibi kavramları hemen çağrıştıran inanç sistemleri akla gelmektedir.

Oysa inanmak ve ibadet kavramlarını en geniş anlamlarıyla ele aldığımızda herkesin bir şeylere inandığı, bir şeylere yöneldiği (ibadet ettiği) görülür. Örneğin: Kimi insanların bilimin her şeyi çözeceğine imanı vardır. Kimilerinin gelecekte proleterya (işçi) diktatörlüğü kurulacağına imanı vardır...

Batılı ruhbilimcilerden Erich Fromm'un şu tanımı ilgi çekicidir; “Bir topluluğun bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir yöneliş, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemidir. Gerçekten benim benimsediğim bu geniş anlamda din olgusuna sahip olmamış hiçbir kültür yoktur. Ve öyle görünüyor ki, gelecekte de olmayacaktır” (Psikanaliz ve Din, s31)

Erich Fromm yine doğru bir tespit olarak bugünkü Batı ideolojilerini de yapıları bakımından ilkel birer din olarak görüyor ki, biz de bunu doğruluyoruz:

“Kültürümüzde totemcilikle karşılaşıyor muyuz? Evet hem de yaygın olarak; ama bu soruna sahip olan insanlar çoğunlukla ruhsal yardıma gereksinmeleri olduğu kanısını taşıyorlar. Kendisini bütünüyle devlete bağlı sayan ya da partinin çıkarını biricik değer ve doğruluk ölçütü sayan, yaşadığı topluluğun simgesi olan bayrağı kutsal bir nesne olarak gören bir kişi, tutumu kendisine tamamen akılcı gibi gelse de klan dinine ve totem tapımına sahip bir kişidir. Faşizm ya da Stalincilik gibi sistemlerin milyonlarca insanı bütün kişilik ve mantıklarını “doğru da olsa yanlış da olsa benim ülkem” ilkesine kurban etmeye nasıl yöneltildiğini anlamak istiyorsak bu yönelişin totemci, dinsel niteliğini dikkate almamız gerekir”

“İnsan hayvanlara, ağaçlara, altından ya da taştan yapılmış putlara, görünmez bir Tanrıya, ermiş bir kişiye ya da şeytanca özellikleri olanlara tapınabilir. Atalarına, ulusuna, sınıfına ya da partisine, para veya başarıya tapınabilir. Sarıldığı din, yıkıcılığın ya da sevginin, baskının ya da kardeşliğin gelişmesine elverişli olabilir, insanın akıl yeteneğini geliştirebilir ya da köreltebilir. İnsan bağlandığı sistemin laik dünyadaki sistemlerden farklı olan dinsel bir sistem olduğunun ayırdında olabilir. Ya da hiçbir dine bağlı olmadığını düşünebilir ve güç, para ya da başarı gibi birtakım sözde din dışı amaçlara bağlanmasını kendi çıkarının bir gereği gibi yorumlayabilir. Bu noktada DİN Mİ, DİN DEĞİL Mİ? sorusu önem taşımamaktadır, önem yaşıyan ne tür din sorusudur. Bağlanılan din, insan gelişimini yalnızca insana özgü olan yeteneklerin açılıp serpilmesini sağlamakta mıdır, yoksa bunları kösteklemek midir?” (s36)

İslam'ın bu açıdan niteliğine baktığımızda şunu görüyoruz: Allah insanın özüne hiçbiri istisna edilmeyerek İlahi sevgi cevherini koymuştur. İnsan bu özünü imanın ışığı ile, İslam'ın toprağında geliştirerek mükemmelleştirecektir.

Açıkçası İslam, insanı ahlaki sorumluluk ve seçme yeteneğine sahip, gönlünün özünde İlahi sevgi olan bir varlık olarak nitelendirir; “O'ndan geldiniz, O'na gidiyorsunuz” (Bakara, 156), “Onlar (inananlar) Allah'ı sever, Allah da onları sever” (Maide, 54). Şimdi de insanı mükemmelliğe ulaştırmayı amaçlayan İslam (Allah'a yönelme ve teslim olma) dininin özelliklerine bakalım;

Gerçek Dinin Özellikleri

1. Din İlahi Bir Konumdur

İslam dini insan doğasının (fıtratının) dinidir. İslam dini mutlak mükemmelliği, yüceliği ve güzelliği temsil eden Yaratıcıya bağlanarak yönelme işidir. Bu noktada İslam dini tüm yaratılanları, mükemmelliği temsil eden Allah'a bağlar. İnsanı ezeli ve ebedi olan Allah'a bağlayarak ona ebediliğin kapısını açar. Onu İlahi rahmetin, keremin, sevginin yeryüzündeki aynası olarak tanımlar; “En sevdiğiniz şeyi vermedikçe imana ulaşamazsınız” (Ali İmran, 92)

İnsanı gerçeğe ulaştıran dinin koyucusu Allah'tır. Hiçbir elçi duyurduğu dinin kurucusu değildir. Bu yüzden din, kendisini anlatan elçinin adına izafe edilemez...

2. Din Akıl Sahiplerine Seslenir

İslamın muhatabı akıl sahibi varlıklardır. Bu noktada akılcı olmak ile akıllı olmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Akıl sınırlı, sonlu, zamana bağımlı olarak olayları ve kavramları algılar; sınırsız, sonsuz ve zamana bağlı olmayan olay ve kavramlar aklın kavrayış sınırlarının ötesindedir. Dinin bir kısım gerçekleri, aklın kavrayış sınırları içindeyken bir kısmı dışında kalır. Bunlar insanın başka bir kavrama yeteneğini içerek kalp/gönül (sezgisel kavrayış yeteneği) tarafından algılanır.

Akıl üstü olmakla, aklı merkezi bir rol sahibi görmek nasıl bağdaşır? Yanıt açıktır; bir gücün sınırlarını belirlemek ve o gücü bu sınırlar içinde tutmak onu inkar etmek değil, evrensel işlevini daha iyi yapmaya itmektir. Çünkü bir şeyin gücünü inkar kadar ona taşıyamayacağı yükler yüklemek de olumsuz sonuç doğurur. Bu evrensel bir yasadır. Kuran'ın deyimiyle; “Allah hiçbir kişiye taşıyamayacağı yükü yüklemez” (Bakara, 286)

İslam bir din olarak akıl sahiplerini muhatap alarak akla en büyük değeri verirken, ona kavrayamayacağı şeyi yüklemez. Kaynağı bakımından vahye dayalı olan İslam bu nedenle akıl ile asla çelişme ve çatışmaya girmez. Zaten aklın da dinin de sahibi tek ve aynı kudrettir. O kudretin elindeki iki varlık arasında asla çelişki yoktur; “Rahman olan Allah'ın yaratışında ve yarattıklarında çelişme ve uyuşmazlık göremezsin” (Mülk Suresi, 3)

Akıl ile vahyin çelişir gibi görünmesine insanın inadı ve aceleciliği sebep olur. Yani bu noktada sebep, insanın sabırsızlığıdır. Bizler öznel dürtülerle yanlış değerlendirmelerle acele ederek vahyin ortaya koyduğu kuralları hemen anlamak istiyoruz. Çünkü aklın anlamak, peşinde olduğu şeyi derhal açıklamak ve sebeplere bağlanmak gibi temel bir tavrı vardır. İlahi vahiy bazı noktalarda öyle şeylere değinir ki, bunlar ancak zamanla anlaşılabilir. Akıl işte bu bakımdan en büyük maharetini; vahye teslim olması gereken yerde durmakla gösterecektir.

Aklın vahiy önündeki teslimiyetinin aksiyona dönüşmesine ibadet diyoruz. Bu kabul ve teslimiyet aklın mahkumiyeti değil, sınırları içinde ve acele etmeden iş görmesidir. Kuran, aklın iş görmesini yüceltmekle kalmaz ayrıca emreder. Bunun yanında Kuran, ilk ayetlerden itibaren gaybe inanmayı gerekli görür.

Gayb ne demektir? Gayb, vahiy tarafından tespit edilen ve duyu organlarıyla algılanamayan sırlardır. Bu sırlar, insanoğlunun önüne vahiy ile açılıyor ve insan bunlara inanmaya çağrılıyor. Zaten duyu organlarımızın sınırlılığı bize gaybın olduğunu açıkça göstermektedir. Bu noktada bir insanın gaybe inanmaması ve bunları akılla çelişir görmesi “benim duyu organlarım her şeyi algılıyor” demek kadar yanlıştır...

Buradan şunu anlıyoruz ki, zamana bağlılık kaydını dikkate almadan vahyin verilerini anında kavramak ve onlara akıldan onay çıkarmak endişesi bizi çıkmazlara sokmaktadır. İnsanoğlunun bu hatası bir kenara bırakıldığında akıl ile vahyin çatışma ve çelişmesi sözkonusu olmaz.

3. Dinde Serbest Seçim (İnanç Özgürlüğü) Esastır

Allah ile insan arasında hayatın tümünü dolduracak genişlikte ve süreklilikte olan din ilişkisi, hürriyeti gerekli kılmaktadır. İnanç hürriyetinin olmadığı yerde dinden söz edilemez. Burada kastettiğimiz hürriyet hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın kulun davranışlarını içten bir istekle sergilemesi anlamında bir serbest seçim ve karar vermedir.

Dinin gönderilişinde maksat Şatibi'nin ifadesiyle “İnsanı zorunlu kulluktan serbest seçime dayalı kulluğa yükseltmektir” Bunun dayandığı yaratılış yasası Kuran'da şöyle belirtilmiştir; “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256)

4. Din İnsanı Mutlak Güzelliğe, Barışa ve Hayra İletir

Evrenin bir düzeni vardır. Bu düzenin de çeşitli yasaları vardır. Bize göre bu yaradılış düzenine uymak, insanı mutlak güzelliğe, mükemmelliğe iletir.

İslam dini mutlak hayra, güzelliğe, mükemmelliğe çağırma ve iletme konusunda insanların farklı görüşlerine değil, genel ve değişmez fıtrat (insan ve evrenin yaradılış) yasalarına öncelik tanır.

İnsanın, iletildiği mutlak hayrı her zaman kendi aklıyla açıklığa kavuşturmasını beklemek, insanın gelişimini aksatan ve sonuçta bizzat insanın başına bela olan bir tutumdur. Tarih boyunca nice felsefe ve ideolojilerin insanları ne hale getirdiğii açıktır.

Unutmamak gerekir ki din sadece hayra çağıran bir kurum değil aynı zamanda ileten bir kurumdur. Din aynı zamanda koruyucu bir kurumdur. İslam bilginleri bu korumayı beş bölümde incelerler; Ruhsal Yapıyı Koruma, Nefsi Koruma, Nesli Koruma, Malı Koruma, Aklı Koruma...

Din Afyon Mudur?

"Din afyon mudur?” sorusuna verilecek doğru yanıt “Evet afyondur” ya da “Hayır afyon değildir” demek olamaz. Bu soruya önce “siz hangi dinden sözediyorsunuz?” diyerek ilk “yanıtı“ vermek gerekir. Marks’ın dediği gibi evet bazı dinler afyondur. Ama hangileri? İşte Marks’ın soramadığı bu soru onun çelişkisidir.

Kuran birçok ayette dini; çıkarları hesabına kullanan, değiştiren, ekleme ve çıkarma yapanlara dikkatimizi çekmektedir. Kuran’da hak dine karşı çıkanlar üç sınıfa ayrılmıştır:

a) Kendilerini Allah’ın yerine koyarak hüküm koyan veya onları saptıran din bilginleri...

b) Hak dinden dolayı çıkarlarını kaybeden, sömürü çarkları bozulan sermaye sahipleri (Marks’ın kulakları çınlasın)...

c) Hak dinin gelişiyle iktidarları yıkılan (veya yıkılacak olan) iktidar sahipleri...

Şimdi insafla soralım;

İktidar sahiplerini yerlerinden eden, sömürücü sermaye sahiplerinin rahatını ve keyfini kaçıran, din yoluyla kendilerine çıkar sağlayanları uyaran ve onlara cehennemi müjdeleyen bir din (İslam) afyon olabilir mi?

Böyle bir dine afyon diyenin ya aklı ve vicdanı yoktur ya da afyonla uyuşmuştur... Yahut kendi yaptığı yeni bir din ile insanları uyuşturmak istemiştir.

Evet soruyoruz:

İnsanları köleleştiren Mekke aristokrasisine başkaldırmayı emreden din mi afyondur? Köle olan Bilal’e efendisine! başkaldırma bilinci veren din mi afyondur? Sömürü düzenleri bozulmasın diye Peygambere para, kadın ve mevki teklif eden Mekke burjuva ve diktatörlerine, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz de ben bu dinden vazgeçmem” diyen Peygamber’in getirdiği din mi afyondur?

Kızını öldüren müşrik Ömer’den, adaletin zamanlar üstü örneği olan Hz.Ömer’i çıkaran din mi afyondur?

Hak ve adaletin yeryüzünde yayılması için bütün varlığını feda eden, kadınlık timsali Hz.Hatice’yi şekillendiren din mi afyondur?

15-20 yılda İran’ı, Bizans’ı, Afrika’yı sarsan ve fetheden insanları yetiştiren din mi afyondur?

Okuma-yazma öğretmeleri karşılığında savaş esirlerini serbest bırakan bir din mi afyondur?...(Din Bu 1, 2 ve 3’e Cevap, Bahaettin Sağlam-İsmail Acarkan, Kavram Yayınları)

Kötülük İçin Kullanılan Kötü Müdür?

Kişilerin kötülük aracı olarak kullanamayacağı hiçbir varlık yoktur; dolayısı ile düz bir mantıkla “şu kötüye kullanılıyor, öyleyse kötüdür, ortadan kaldırılmalıdır” demek son derece yanlıştır, böyle bir anlayışla bütün varlığı yoketmemiz gerekir!.. Bir örnekle konuyu açalım; bıçak, ekmek kesmek yerine adam kesmek için kullanılırsa suç o bıçakta mı olur?..

Din de böyledir; o, insanlar için, insanların iyiliği içindir ve suç onu kötüye kullananlardadır!.. Bu farkı farketmeyenler veya farketmek istemeyenler akıllarını kötüye kullananlardır, öyleyse bu mantıkla - ki inançsızların sıkça yaptığı üzere mantık da kötüye kullanılabilir! - akıllarını da bir tarafa atsınlar, artık ona ihtiyaç yok!.. Gerçek şudur ki; din güneşine tavır almak, ışık ve aydınlıkla savaşmak, karanlığa gömülmek demektir!..

İnanç Yaratılıştandır

Beynimizin sağ yarım küresinde inanç merkezimiz vardır, demek ki beynimiz inanmaya ayarlanmıştır, ne mutlu sağduyulu olanlara!.. Göz görmek için, kulak duymak için, deri dokunmak için, dil tatmak için, burun koklamak için, gönül sezmek için, beyin düşünmek için olduğu gibi inanç merkezi de inanmak içindir!.. Önemli olan bakıp da görmek misali doğru inancı yakalayabilmektir!.. Ve bu yüzdendir ki ilk insandan beri inanç hep varolagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır... Bütün bu gerçeklere karşın din eğitimini engellemeye çalışan düşünce yoksunu kişiler bulunmaktadır; ne kadar yanlış bir tutum, yazık, çok yazık!..

Evet, yaratılışı ve yaratılmışlığı karşısında insana düşen görev Yaratıcısına yönelmektir; her an sayısız nimetlerini bizlere sunan bu yüce varlığı görememek, ve sorumluluğunun bilincinde olamamak hiçbir insana yakışmaz... Bu durum apaçık bir gerçek olmakla birlikte, kendileri Yaratıcılarına yönelmeyen ve başkalarını da O’na yönelmekten alıkoyanlar vardır...

Bunlar, insanların bir inanç sahibi olmaları durumunda yaşayışlarını bu inanca göre düzenleyeceklerini çok iyi bildiklerinden kendi yanlış düşüncelerini ve düzenlerini egemen kılabilmek için değişik yollara başvurmaktadırlar... Yaratıcısını Allah bilenin O’na yönelmesinden daha doğal bir davranış olamaz; bunu yapan kişi yalnızca Allah’a karşı sorumlu olduğunun bilincine varacağından dindışı güçlerin kendi düzenlerini yutturma çabalarına kanmayacaktır...

Gerçekten de eğer insan burada aklını başına almazsa ahirette en büyük düşman olarak göreceği bu kişileri şöyle suçlayacaktır; «Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır gece gündüz hile kuruyor ve bize Allah’ı inkar etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz” derler.» Sebe, 34/33

Varlığın Dili

Varlık binbir diliyle sana sesleniyor; beni bir Yaratan var... Ben nasıl belli bir yörüngede düzenli ve uyumlu bir biçimde dönüyorsam sen de bir elçinin önderliğinde, diğerleriyle birlik olarak yürü, içindeki sonsuzluğa kavuş!.. Toprağın dirilişini görerek, öldükten sonra dirilişten kuşku duyma!.. Varlıktaki düzene, uyuma, güzelliğe, sevgiye.. bakarak Yaratıcını tanı; çiçeklerin güneşe, ırmakların denize yönelmesi gibi sen de O’na yönelerek mutluluğa ulaş!.. Düşünürsen bunun zor olmadığını kavrarsın, sorun sende!..

Kuran-ı Kerim O’nun sözlü/yazılı belgesidir, varlığın bir özetidir; oysa sözsüz/yazısız belgeleri herkese açıktır... Sorun, bakıp da göremeyenlerde, işitip de duyamayanlarda; evet, eksiklik yalnızca onlarda!.. Her varlık bir çağrıdır, önemli olan bu eşsiz çağrıya uyabilmektir... Düşünmesini biliyorsan; “herşey bana seni hatırlatıyor” diyebilirsin, yeter ki bir insan olarak düşünebilmeyi öğren!.. Pencereye bakmak ile pencereden bakmak çok farklı; sen dışarıyı da gör, varlığın arkasındaki o büyük gerçeğe ulaş...

“Kuran’ı Hz.Muhammed Yazmıştır” Diyorlar?

Eğer Kuran-ı Kerim’i Hz.Muhammed’in kendisi yazmışsa dünyanın gelmiş, geçmiş ve gelecek en büyük bilimadamı, düşünürü, tarihçisi, edebiyatçısı, sosyologu, sualtı araştırmacısı, gezgini, hakimi, öğretmeni, askeri, yazarı.. ve astronomudur... Bütün bu özelliklerin - hem de bilgiden uzak bir toplumda yaşayıp, eğitim almamış ve de okuma-yazma bilmeyen - bir insanda toplanması düşünülemez, böyle bir durum olanaksızdır, dolayısı ile Kuran-ı Kerim’in yazarı Muhammed'ül Emin değil, Onun da açık bir biçimde bildirdiği üzere yüceler yücesi olan Allah’tır; bu apaçık gerçeğe karşı çıkanların ise geçerli hiçbir nedenleri yoktur ve olamaz... “Cahiliyye devrinde, yetimdeki edeb ve ümmideki ilim, mucize olarak sana kafidir” sözü gerçeği arayanlar için ne güzel bir ölçüdür...

Gerçek Afyon Nedir?

Din, “tutulan yol” demektir; bu anlamda bütün düzenler birer dindir... Marks’ın kastı Tanrısal olduğu söylenen dinlerdi ancak bunlar da ikiye ayrılır; birincisi Hak Din olan İslam, ikincisi bozulmuş, değiştirilmiş, özünden koparılmış, kuruntulara dönüştürülmüş diğer kalıntılar; Marks ve yoldaşları işte bu farkı ayırt edemiyorlar!..

Bir de kişilerin kendi uydurdukları ideolojiler vardır ki bunlar da din kavramına dahil olup moda gibi sürekli değişirler!.. Temelde kula (yaratılmışa) kulluğa dayandıklarından sömürüyü önleyemezler, ancak biçimini değiştirebilirler, dolayısı ile gerçekte uyuşturucu olan bunlardır... Hak Din olan İslam’a gelince;

Acaba sömürüye başkaldırmayı emreden, düşünce ufkunu sonsuza ulaştıran, adaletin gerçekleştirilmesinden yana olan, insanın bütün maddi ve manevi zincirlerinden kurtulmasını isteyen, maneviyatı yok saymayan, görünmeyeni düşünce dünyamıza sokan, sınırlı algılarımızın ötesini gösteren bir din nasıl afyon olabilir?..

Demek ki dinlerin “uyuşturucu” olarak nitelendirilebilmeleri “Hak” olup olmamalarına bağlıdır, Marks “Tanrı’ya kinim var, bütün dinler afyondur” demekle hem kendini, hem de izleyicilerini uyuşturmuştur!..

Gerçek değişmez ve onun aydınlığı hiç kimseyi uyuşturmaz!.. “Su uyuşturucudur, onun yerine içki için” diyen yanlış yapmaktadır; hiç, tatlı su ile deniz suyu bir olabilir mi?! Evet, kişiyi özünden koparan yaklaşımlardan daha büyük uyuşturucu bulunabilir mi?..

Bireyi ve toplumu bütün yönleriyle tanımadan onların yaşamını belirlemeye kalkmak olacak iş değildir!.. Kim yaratıkları, Yaratıcı’dan daha iyi bildiğini savunabilir? Böyle birisi -ki var böyleleri!- kendi tanrılığını ilan ediyor demektir, dini de kendi ideolojisi!.

Sosyalizm Hakkında Neler Düşünüyorsunuz?

İnsan kendi kendisini yaratmış değildir; o hem bir sermayedir, hem de bir üretim aracı... Eğer bu ikisinin bir araya gelmesi olumsuz bir sonuç ortaya koyuyorsa sosyalizm ve benzeri düzenlerin varlığı anlamsızdır; çünkü, bu doğal durumu değiştiremez, insana savaş açamaz... Yok olumlu bir sonuç ortaya koyuyorsa, yine varlıkları anlamsızdır; çünkü, bu durumu değiştirmeye ve bozmaya çalışmakla gerçeklerle çatışmaktadırlar...

Yapılması gereken insanı doğru değerlendirerek ona göre çözümler üretmektir; çözüm hastalanan organı kesmek değil tedavi etmektedir, evrende hiçbir şey gereksiz değildir... Ayrıca sermayenin sahibine hakkının verilmesi aklın ve insanlığın gereğidir; dolayısı ile insan kulluk borcunu yerine getirmelidir... Ayrıca o “Benim elim, benim ayağım, benim malım...” der; demek ki mülkiyet, sahiplenme duygusu doğasında vardır...

Burada da yapılması gereken insana savaş açmak değil onu güzele, doğruya iletmek ve yanlıştan uzak tutmaktır ki, din de bunu yapar... Sermaye ve sermaye sahibi yok edilmek yerine olumlu duruma getirilmeli, varsa olumsuz yönleri ortadan kaldırılmalıdır! Öte yandan kapitalizm bireyi ve sermayeyi tanrılaştırarak başkalarını olabildiğince sömürme taraftarı olduğundan apayrı bir zulüm düzenidir... Görüleceği üzere sosyalizm gibi düzenler insanın en temel özelliklerini ve niteliklerini bile göz önünde bulunduramayarak insana savaş açmaktadırlar...

Bunu ise “insanın mutluluğu, dünya cenneti” adına yapmaktadırlar, bu açıdan gerçek “afyon” olan hiç kuşkusuz ki onlardır!.. Kimileri kendi kısır ve gerçeklerden uzak öğretilerine -diğerlerini ütopik (hayalci) olmakla suçlayarak- bilimsel sosyalizm deseler de hepsi ütopik!.. Kaldı ki, maneviyatı yadsıyan hiçbir öğreti insanlığın sorunlarına çözüm getiremez...

Sömürü Sömürüdür!

“Sömürülen değerler ortadan kaldırılırsa sömürü de ortadan kalkar” düşüncesini taşıyanlar, hastalığa çözüm bulmak yerine hastayı öldürmeyi yeğleyenlerdir!.. Oysa sorun kişilerde değil hastalıktadır; benzer biçimde, değerlerde değil, değerleri yanlış kullananlardadır!.. Kaldı ki sömürülemeyecek hiçbir varlığın bulunmadığı yukarıda belirtildi... Sömürüyü önlemek adına yeni bir sömürü düzeni kurmak, acıdan başka ne getirir ki?..

Evet, böylesi uyuşturucunun yeni bir türü, bir başka put!.. Cemil Meriç’in deyişiyle; “putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur; sosyalizm”!.. İlkinde (kapitalizm) birileri diğerlerini sömürüyor, ikincisinde (komünizm) diğerleri birilerini; fark yok!.. Oysa “bütün karanlıklar aynı siyahtan dokunmuştur” ve İslam dini, putların gölgesinde ezilen bireyleri kurtuluşa, aydınlığa, barışa götüren ışık olma özelliğini sürdürmektedir...

Çatışma; gerçeğin savunucuları ile gerçekdışı kuruntuların yandaşları arasında süregelmiştir, elçiler kişileri bütün kısıtlayıcı bağlardan kurtararak gerçek özgürlük olan bir tek Allah’a kulluğa çağırmışlardır... İnançsızların işi gücü yeni yeni putlar ortaya koymakken, elçilerin işi bu putları kırmak olmuştur... Kişileri alçaklıktan kurtarıp yücelttikleri gibi, bütün dönemler için bunun yolunu da göstermişlerdir... Allah’a ortak koşan, o ortak koştuğuna kul olur, sonuçta kulluktan kaçış düşünülemez...

Gerçek özgürlük, gerçek Tanrı’ya, kulluk edilmeye değer olana kulluk etmekle elde edilebilir; bir yolun kurallarına uymamak özgürlük değil, tersine özgürlüğünü kısıtlamaktır, kendini uçurumdan atarak “uçuyorum” demek gibi!.. Ne yazık ki birçok kimse bu gerçeği anlamak istemiyor... İslam Dini; kula kulluğa başkaldırışın yoludur, oysa diğer düzenler temelde kula kulluğa dayanıyor; insanlığı öldüren, özünden koparan da budur...

Özgürlük Ne Demektir?

Özgürlük kavramı yanlış biliniyor, özgürlük bütünüyle kayıtsızlık değil, uyulması gereken kurallara uyarak kendi sınırlarını aşmamak demektir; yoldan çıkıp da uçuruma yuvarlanan bir arabanın özgürlüğünden sözedilemez!.. Öyleyse bireyin kendi özgürlüğü için sınırlarını bilmesi ve bunlara uyması gerekir; bu sınırları ise hiç kuşkusuz ki en iyi bireyi yaratan bilir... Sınırsız özgürlük var mıdır veya olası mıdır? Hayır, yoksa herkes her istediğini yapabilirdi...

(İnsan aciz bir varlıktır, bu onu küçümsemek değil, gerçeği dile getirmektir; dolayısı ile hiçbir insanın kendini büyük görmeye ve diğerlerini küçümsemeye hakkı yoktur, insan en başta diğer insanlara muhtaçtır, yaşamındaki birçok olguda diğer insanların emeği sözkonusudur, dolayısı ile onlara da saygı göstermek gerekir, yine insan aciz/muhtaç değilse neden yiyor, içiyor, tuvalete gidiyor? vs. İşte bu apaçık gerçekleri gözardı etmemek gerek...)

Oysa insanın da -belirli esneklikler olmakla birlikte- doğa yasalarına bağımlı olduğunu görüyoruz, kendi bedeni üzerinde bile mutlak hakimiyeti yok, birçok davranışını istemdışı yapıyor; istekli yaptığı davranışlarının itici gücü ise bilinci ve iradesi... Peki bunlar ona neden verildi? Kuşkusuz sorumluluğunun bilincinde olması ve bunun gereğini yapabilmesi için, yoksa taşkınlık etmesi için değil!..

Sınırsız özgürlüğün yokluğu ve olanaksızlığı bilindiğine göre, bizim özgürlük sınırlarımızı kim veya ne belirleyecek? Biz mi, bizi yaratan mı? Bu soruya “biz” diye yanıt verenler “bizi” bütünüyle tanıdıklarını söyleyebilmelidirler, yoksa özgürlük adına kişileri esarete sürüklemeleri çok büyük bir olasılıktır ki, yaşanan da budur...

İnsanı, insanın kendisi de içinde, Tanrı’dan daha iyi tanıyan olamaz, dolayısı ile onun sınırlarını da en iyi Tanrı bilir ve belirler, koyduğu sınırlar insanın özgürlüğü ve yaratılış amacını gerçekleştirmesi içindir... O’nun belirlediği yolun dışına çıkan, özgürlüğünden ödün veriyor demektir; evet, yörüngesinden ayrılan dünya ölüdür!..

Yazı yazarken belirli kurallara bağımlı kalırız, neden? Güzeli elde etmek için... Demek ki kuralsızlık çirkinlik doğuruyor... Bu durum birey ve toplum için de geçerlidir, kendi başına bir insan gerçeğe ulaşamayacağı gibi -çünkü algıları sınırlıdır ve sorularının yanıtını verebilecek yeterlilikte değildir- toplum olarak da böyledir; kimse kendi başına buyruk olamaz, böyle bir durum karmaşa ve çatışma doğurur... Demek ki bireyin tek başına yaşayabilmesi için belirli kurallara uyması gerektiği gibi toplumsal yaşamda da yine belirli kurallara uyulmalıdır...

Bu kurallar ise tarafsız, adalete uygun, tutarlı, sonuç getirici, düzeni sağlayıcı olmalıdırlar, bunu ise göreceli insan aklı ve vicdanı ortaya koyamaz; tarih bu gerçeğin tanıklığıyla doludur... Öyleyse yöneliş insanlık için olan dinlere doğru olmalıdır, maddeci kör felsefelere değil!..

Evet, çok farklı dinler bulunmakla birlikte bunların birçok ortak noktası vardır... Din insanın çözüm aradığı hayat, varlık, gelecek, ölüm gibi sorulara çözüm getirdiği gibi, kişinin Yaratıcısı ve diğer insanlarla olan ilişkilerini de düzenler, böylece ona iki dünyada da mutluluk yolunu gösterir...

Dini inkar etmek insanlığı inkar etmektir; hiçbir toplum yoktur ki dinsiz bulunabilsin!.. Hatta dine ve Tanrı’ya inanmayan kişilerin bile bambaşka “inanç”ları bulunmaktadır, demek ki inanç yaratılıştandır ve bu yönelişin de doğru olarak karşılanması gerekir... Kaldı ki bütün düzenler “din” kavramının içinde değerlendirilebilir... Haksızlığa baş kaldırmayı emreden bir dinden ise haksızlık yapması beklenemez...

Çözüm ne dini ortadan kaldırmak, ne de vicdanlara hapsetmektir; tersine ondan en geniş ölçüde yararlanılmalıdır, çünkü gönderiliş amacı budur... Din ise, Hak Din olmalıdır yoksa diğer dinlerin; bozulmuş, değiştirilmiş, uydurulmuş dinlerin çözüm sunabilmesi ve başarıya ulaştırabilmesi mümkün değildir, mutlaka bazı noktalarda eksiklikler taşıyacaktır... Hak Din’dir ki bütün sorunlara çözüm bulur ve başarıya ulaştırır; bu yüzdendir ki sömürü düzenini sürdürmek isteyenler genelde dine değil (ki bu onların kendi inanç dizgesi, yaşam biçimi veya ideolojileri olabilir) Hak Din’e karşıdırlar çünkü Hak Din sömürüyü yoketmek içindir, insanların birbirleriyle ve diğer varlıklarla olan ilişkisini adalete oturtarak zulmü önlemek içindir... Evet, Firavun ve Ebu Cehil gibiler dine değil Hak Din’e (İslam) karşıydılar, tıpkı günümüzdekiler gibi!..

Dinin bazı sınırlamalar getirmesi -ki bunlar her düzende vardır!- kişiyi devre dışı bırakmak için değil, yaşamına güzellik katmak, sonsuz mutluluğa ulaştırmak, düşebileceği sıkıntı ve bunalımlardan kurtarmak içindir... Anlaşılacağı üzere din insan içindir, insan olduğu için din vardır... Din böyleyken, din adına kötülükler sergileniyorsa burada sorun dinden kaynaklanmıyordur veya gerçek din özünden uzaklaştırılmıştır...

Diğer varlıklar ne yapacaklarını çok iyi bilirler; onlara öğretilmiştir... Oysa biz bunları sonradan öğreniriz, kendi başımıza doğruyu bulamayız; bakışaçılarımız, yaklaşımlarımız, algılarımız, düşüncelerimiz, ölçülerimiz sınırlıdır, üstelik işimize gelene uymak, hoşumuza gideni yapmak isteriz... Demek ki bize doğrunun ölçüsü gerekmektedir, varlığımızın anlamı, yaşamımızın düzeni, geleceğimiz bildirilmelidir ki bir değerimiz olsun... Bu konuda bir ölçünün gerekliliğini hiç kimse yadsıyamaz, öyleyse böyle bir ölçüden yüz çevirmek veya anlamsız bulmak neden? Bence gerçekte anlamsız olan, böyle bir davranıştır; açıkçası, insanla birlikte var olan dini yadsımak!.. Hayvanlaştıran, ilkelleştiren, basitleştiren bir hürriyetin -isteklerine köle olma!- ne önemi vardır? İnsana özgürlük alçalsın diye değil yücelsin diye verilmiştir!..

Meyvesi çamura düştü diye ağaca kızılmaz!

Kimi inananların yanlışlarına ve yaptıkları kötülüklere bakılarak onların inançlarını karalama gülünçlüğü sergilenmektedir, oysa yanlış olan kişilerin inancı değil, inancına aykırı davranışlarıdır; dolayısı ile bunlara dayanılarak İslam Dini suçlanamaz!.. Bunca trafik kazasına rağmen trafiği veya trafik kurallarını suçlayan tek bir kişi var mıdır acaba?!

Bir müslümanın içki içmesi, kumar oynaması, faiz alması vb onun bu yaptıklarının İslam’da bulunduğunu mu gösterir? Tersine bunlar birer günahtır; günahkar bir kişinin yaptıkları nasıl o kişinin dinine yüklenebilir? Çocuğuna “çiçeği sula” diyen birisinin çocuğu, gidip de o çiçeği yolarsa suç o kişide mi olur? Bundan daha büyük beyinsizlik olabilir mi?..

“Sözde müslüman” adam öldürüyormuş, öldürmemeli, zulmediyormuş, etmemeli, yalan söylüyormuş, söylememeli, dolandırıcılık yapıyormuş, yapmamalı; bu böyle uzar gider!.. Evet, bu farkın çok iyi bilinerek, kavranarak ve de anlaşılarak günahkarların günahlarının dinlerine yüklenmesi saçmalığına derhal bir son verilmelidir; anlayışsız olanlarla veya anlamak istemeyenlerle ise hiçbir işimiz yok!..

Din, yanlışlıklar için bunları yapın mı diyor, yapmayın mı diyor? Hiç kuşkusuz ki “yapmayın” dediğine göre, dinin kendisi nasıl suçlanabilir? Evet, bir düzen yanlışı öğütlemedikçe o düzen bağlılarının yanlışlarından uzaktır; bundan daha açık bir gerçek olabilir mi?..

Öyleyse gerçekçi düşünerek hiç kimsenin aldatmacasına kanmamak gerekiyor; bu durum ortada iken kimileri inanılmaz çarpıtmalara yer vermekte, yüzsüzlüğün en son örneklerini sergileyebilmektedir, bunlara karşı uyanık olmak gerek!.. Ak olana kara diyebilecek kadar aymaz yaratıklar bunlar!..

Sonuç olarak şunu söylemeliyim; bütün müslümanlar dünyayı yakıp yıksalar bile, evet, her türlü yanlışı yapsalar bile, bu, onların inançlarını bağlamaz!.. İyi okuyunuz; bağ-la-maz!.. Suç suçu işleyendedir... Kurallara uymayan, hem kendine hem de başkalarına zarar veriyor diye hiç o kurallara kızılır mı?! Din kuralları da yanlışları önlemek içindir, yanlışlara neden olmak için değil...

Kaldı ki İslam’ın yaşanmadığı, kurallarının uygulanmadığı bir ülkeye “İslam Ülkesi” denemez; ya hepsini alacaksın ve uygulayacaksın ya da hiçbirini!..“Kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?” ayetinin kapsamına girmemek gerek!..

Düşünce Pınarı

“Herkesin istediğini yapabileceği bir yerde, hiç kimse istediğini yapamaz” Roosevelt

“En büyük bilgelik, kendine egemen olabilmektir” Euripides

“Batıl inançlar zayıf kafaların dinidir” Burke

“Nefistir seni yolda koyan, yolda kalır nefse uyan” Yunus

“Mühim olan kainatın nasıl değil, niçin yaratıldığıdır” Hüseyin Demirkan

“İnsanı tanımak bütün başarıların temelidir” Chaplin

“Siz insan aklına kızıyorsunuz; çünkü o, ipliğinizi pazara çıkarıyor!” Victor Hugo

“İnsanı hayata hazırlamayan ve işe yaramayan bilgi, sahibini altında ezen bir yük gibidir” Devery

“İki türlü hürriyet vardır: yalancı hürriyet, bir insan istediği herşeyi yapabilir; ve gerçek hürriyet, bir insan ancak yapması gerekeni yapar” Kingsley

“İnsan ne için yaşıyorsa onun büyüklüğü ve önemi kadar yükselir” Walpoole

“Din, Tanrı’yla insanlara karşı duyulan sevgiden başka birşey değildir” W. Penn

“İman insana, kendinden başkasını da sevmeyi öğretir” Ali Suad

“Mutlu olmak istiyorsak, hayatın cisimde değil, ruhta olduğuna inanmalıyız” Tolstoy

“Nefsinden feragat etmeyen, gerçek hürriyete kavuşamaz” A.J. Cronin

“Ancak insanların enerjisini, bilgisini ve faziletini çoğaltan bir hürriyete malik olursak o zaman öğünebiliriz” Choning

“Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse esir olamaz” Goethe

“Hepsi de Avrupa’lı olan izm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir” Cemil Meriç

“İslam’a davet hayattan uzaklaşmaya değil, hayatı yaşanır hale getirme davetidir” Ahmed Selim

“Doğru yoldan gidenler şaşırmazlar” Goethe

“Yalanın dostu, gerçeğin de düşmanı çoktur” Emile De Girardin

“Gerçekler bize değil, biz onlara uymalıyız” İsmail Habib Sevük

“Hakikatin ömrü sonsuzdur” F.Herczeg

“Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz” Hölderlin

“Kendi kendinin hakimi olmayan bir kimse hür değildir” A. Calaudius

“Dini reddeden maddeciler mutlaka bir başka şeyi dinleştirmişlerdir. “Tabiat” dini, “toplum” dini, “insanlık” dini, “akıl” dini, “ilim” dini, “teknoloji” dini, “sanayileşme” dini, “pozitivizm” dini, “marksizm” dini... Saymakla bitmez. O boşluk dolacak! Hakikisi ile dolduramamışsan sahtesiyle dolduracaksın!..” Ahmed Selim

“Şehvetini yenen kimse, meleklerden daha hayırlıdır çünkü; meleklerin aklı var, şehveti yoktur... Şehvetine mağlup olan kimse ise, hayvanlardan daha kötüdür çünkü; hayvanlarda şehvet var, akıl yoktur” Vahb Bin Verd

“Allah'ın sınavı bizi bilmek için değil, bizi bize bildirmek içindir!” Tahir-ül Mevlevi

“Muhakkak ki felsefesiz, fensiz ve ilimsiz insan toplulukları bulunur fakat asla dinsiz bir toplum bulunmaz” Henri Bergson

“Tek kelime ile İslam bağımsızlıktır. Yine İslam, yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtlayan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır” Seyyid Kutub

“İslamiyeti gönderen Allah; aynı zamanda insanlardaki akılları yaratandır. Nasıl olur da Allah'ın yarattığı birşey, Yaratan'dan daha mükemmelini ortaya koyabilir?” Hekimoğlu İsmail

“Allah'ın safındaki bir kişi çoğunluk demektir...” W. Phillips

“İslamiyeti öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” Sezai Karakoç

“Yol kesenler, Kuran'ı okuyup öğrenince yol gösterici oldular!..” Muhammed İkbal

“Elçilere neden gerek duyuldu? Biz kendi yolumuzu bulabilirdik!” diyorsun; Ne diye vapura biniyorsun? Yüzerek geçsene karşıya!.. NFK

“En büyük dua İslam'ı yaşamaktır” Vehbi Karakaş

“Yürüdüğüm yolun bedeli “hayatım” olmalı!” Ayşenur Menekşe

“Gençliğin hedonist/ateist olmasına üzülmüyorlar da terörist olmayışına seviniyorlar! Yalnız patlayıcılar öldürmez; gürültüsüz anarşinin öldürdüğü ruhlar, bombaların yokettiği bedenlerden çoktur!..” S. Şimşek

“Kuran okuyanını bırakmaz, okuyan Kuran'ı bırakmadıkça” Ahmed Şahin

“İki cihanın güneşi olmasaydı; insanları aydınlatmaya yıldızlar yetmezdi” Ali Suad

“İnanmak, dolu dolu yaşamaktır” Gürbüz Azak

“Ben iyi ve güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” Hz.Muhammed “sav”

“Ömrün kısa ise; ebedi bir ömrün var merak etme, Fikrin sönük ise; Kuran'ın güneşi altına gir...” Bediüzzaman

“Hiçbir çağda insan bugün olduğu kadar isteklerinin kölesi haline getirilmemiştir” A.Özdenören

“Kusur, müslümanlıkta değil, bizim müslümanlığımızdadır” Muhammed İkbal

“Hak'la olmak, emrine uymak demektir” Abdülkadir Geylani

“Doğan çocuklar, Tanrı'nın hala insanlardan umudunu kesmediğini gösterir” Tagore

Akıl ve Vicdan Üzerine

Akıl; bizim en değerli varlığımız, doğruyu bulmadaki ölçümüz... Evet, akıl gerçeği bulmakta çok önemli bir etken; peki tek başına yeterli mi? Aklı gerçeği bulmada yeterli görenler her zaman için yanılmışlardır; bu da felsefenin bir çıkmazıdır... Aklı, aklı yaratanın önüne geçirdiğimiz zaman gerçeği yitirmiş oluruz... Unutmayalım ki akıl kullanan değil kullanılandır, yani bir araçtır...

Evet, akıl, doğru ile yanlış arasında seçim yapmamızı, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar vermemizi, karşılaştığımız sorunları çözmemizi sağlayan yetimiz... Onsuz değerimiz oldukça düşerdi... Aklın niteliğini ve gerekliliğini daha fazla açıklamaya gerek yok; bizim için önemli olan aklın tek başına yeterli olup olmamasıdır ki, konu içinde aklın özellikleri de ele alınacaktır...

Günümüzde değişik akılların ortaya koymuş olduğu değişik görüşler, değişik yöntemler, değişik düzenler vardır... Bunların bir bölümü diğerini yalanlamakta, bir bölümü duygusal yaklaşımlar nedeniyle gerçekten uzak kalmaktadır... Birisinin aklının “olumlu” dediğine bir diğeri “olumsuz” diyebilmekte, birisine “akıllıca” gelen bir davranış, diğeri için “saçma” olabilmektedir... Açıkçası akıl göreceli bir kavram olduu gibi, sunduğu görüşler de görecelidir...

Oysa doğrunun, en iyinin peşindeki birey kuşkudan uzak olan, akıl, mantık, vicdan ve duyguya uygun değişmez doğrunun, açıkçası kusursuzun, yetkin olanın peşindedir... Bu noktada akıl bize kusursuza ulaşmakta yol gösterici olabilir ancak o kusursuzu kendiliğinden ortaya koyamaz... Örneğin kendi alanını aşan sorunlara çözüm getiremez...

Bu da bize, aklı tek belirleyici etken olarak düşünmenin doğru olmadığını gösterir... Bize gereken aklın da kabul edebileceği akılüstü bir düzendir; bu da ancak aklı yaratanca önümüze serilebilir, tersini düşünenler ise aklı, aklı yaratanın önüne geçirmeye kalkarak yanlış yollara sapmaktadırlar...

Bir akıl, düşünce işi olan ve insanın doğruyu bulma çabası olarak nitelenen felsefe günümüze kadar çok değişik görüşleri barındırmıştır, onlarca değişik görüş birbiriyle çatışıp durmuştur, varılan sonuçlar duygusallıktan uzak olmadığı ve yaşamın gerçekleri bütünüyle kavranamadığı için başarıya ulaşılamamıştır, kuşkusuz ulaşılamaz da... Ortaya atılan onca görüş zamanın ilerlemesiyle birlikte yokolmaya mahkum olmuştur...

Akıl gerçeği bulmada mantık, karşılaştırma, düşünme, olasılıkları değerlendirme, bağıntılar kurma gibi yöntemleri kullanır... Bu kullanım sırasında yanlış yapması olasıdır... Eğer akıl bize hep gerçeği gösterseydi, şimdiye dek ortaya “yetkin” denebilecek onlarca düzenin konması gerekirdi... Oysa akıl, insanlığı, yetkin ve olgun bir düzene ulaştırabilmiş değildir; tersine o, yetkin olanı bozmakla meşgul!..

“Aklı olmayanın dini yoktur” buyurulmuştur; dinen kişinin sorumlu olabilmesi için aklının yeterli olması gerekmektedir; demek ki akıllılık sorumluluk nedenidir... Akıl bir bağdır; nesneler arasında bağlantı/ilişki kurar... Kimileri onun bu niteliğini kınayarak kendilerince akıllılık yaptıklarını sanırlar!.. Oysa bizim Türkçemizde de “uslu çocuk” derken usluluğun ölçülü davranış sergilemek olduğunu belirtiriz; demek ki akıllı olmak ölçülü olmayı gerektiriyor, belirli kurallara bağımlı kılıyor...

Kimileri de dinin akla hiç önem vermediği gibi inanılmaz bir iftira ortaya atarlar; oysa din akla önem vermez değil, olsa olsa aklı vahyin önüne geçirmez... Bütün algılarımız gibi aklımız da sınırlıdır, dolayısı ile ondan sonsuzluk beklemek yanlıştır... Evet, akıl bize verilmiş önemli bir ölçüdür ama o da belli bir ölçüye vurulmak durumundadır ki, bu ölçü de vahiydir...

Dinin akıl sahiplerine seslendiğini belirtmiştim; Kuran’da düşünmeye, araştırmaya, akletmeye yönelik pek çok ayet vardır, öyle ki düşünme ve akletmenin bütün biçimleri dile getirilmiştir... Böylesine apaçık bir gerçek ortada iken, dinin akla önem vermediğini savunmak olabilecek en saçma yaklaşımdır...

Dinin varlığı aklın önünü kesmez, tersine onun önünü açar; kendi alanında özgürce dolaşmasını sağlar, çözüm getiremeyeceği sorunlarla boğuşmaktan kurtarır, zaten aklı çözemeyeceği sorunlarla boğuşturmak, kendi alanının dışında kullanmak akıllılık değildir ki!.. Akıl bir oltadır; denizden alabileceği ise ancak birkaç balıktır, o da ne gelirse!..

Bize verilmiş olan bir diğer önemli ölçü de vicdanımızdır; Allah’ın varlığının dört temel kanıtından birisi olarak nitelenen bu özellik oldukça önemli... Aklın da üzerinde bir güç... Ancak o da akıl gibi tek başına yeterli değil... Bize göre vicdanlı olan bir davranış bir başkasına göre bütünüyle vicdansız olarak nitelenebilir... Demek ki, vicdan da göreceli bir kavramdır, biz ise yetkin olanın peşindeyiz... Bununla birlikte; vicdan, bir işin doğruluğuna karar vermekte çok belirgin bir görev üstlenir, bu noktada aklın da önündedir...

Örneğin akıl herhangi bir haksızlığı çeşitli gerekçelerle mantıklı gösterse de vicdan bunu kabul etmez... Peki akıl ile vicdanın bazı durumlarda çatışmasının sebebi nedir? Yoksa onlar kullanan değil kullanılan olduklarından mı kullanana göre farklılık gösteriyorlar?.. Evet, vicdan doğruyu seçmekte çok önemli ve belirleyici bir etkendir ancak tek başına yeterli değildir; tek başına aklı veya vicdanı yeterli görenler, akıllarını da, vicdanlarını da yeterince kullanamamakta, önyargılı ve duygusal davranmaktadırlar...

Akıl ve vicdan ışık değil gözdür; göz ise ne herşeyi görebilir, ne de doğru algılayabilir; vahiy ise bir ışıktır ve ışık herşeyi aydınlatabilir... Özetlersek; “bütünüyle göreceli olan akıl ve vicdan tek başına gerçeği bize sunabilir mi” sorusunun yanıtı hiç kuşkusuz ki ”hayır” olacaktır... Evet, denizin ortasında kalmış birisi gördüğü karaltıya doğru yüzer; eğer bir karaltı yoksa akıl doğru yönü bulmakta tek başına yeterli olamaz... Aklın yetersiz kaldığı noktalarda ise aklı yaratanın gösterdiği yol kişileri doğruya ulaştırır... Demek ki, akıl da felsefe de en doğruyu, kusursuzu, değişmez gerçeği bize sunmakta tek başına yeterli değil...

Akıl Yeterli Mi?

Felsefe “insan aklının gerçeği bulma çabası” olarak bilinir. Peki insan aklının gerçeğin ölçüsü olduğunu nereden biliyoruz? Eskilerin deyimi ile akıl, “kerameti kendinden menkul” öyle bir şeyh ki, hiçbir şeye muhtaç olmadan gerçeği bulabileceği, bizzat kendi savından başka birşey değildir. O ki, bu tür savlara mutlaka bir dayanak arar...

Şu halde, bütün akıl sahipleri aynı konuda birleşseler verdikleri hükmün doğruluğu yine mutlak çerçeveye ulaşamayacak, izafi planda=akıl planında kalmaya mahkum olacaktır. Birleşmede eğer böyle olursa, ya çelişkiye ne demeli? Binlerce filozof gelip geçmiş; hepsi de birbirinin yanlışını bulmakla övünmekte...

Hz.Ali'ye sormuşlar: Akıl insanın neresinde? Verilen yanıt müthiş; “akıl insanın kalbindedir” Açıkçası, insanda gerçeği bulmak için beyin yeterli değil, gönüle ışık düşmeli. Işık olmazsa göz neye yarar?

Vahyin ışığıdır ki, karanlıkları dağıtır, akla yol gösterir ve yolunu gören aklın verdiği hüküm de, yalnız kendine oranla değil, mutlak çerçevede doğru olur. Yola çıkacak kişi bütün hazırlıklarını bitirmeden çıkmazken, gerçeği arayan insan, niçin yanına yalnızca aklını alır?

Görmeyenler birbirine destek olamaz; herbirinin görmesine başka bir engel vardır. Vahyin ışığını alan elçilerin hep birbirini doğrulaması, gururlu filozofların ise inkarda bile çatışma içinde olmalarına ne demeli?

Sözün güzelini Mevlana söylemiş: “Gönül güneşinin yanında, kuru aklın kibrit alevi kadar değeri yoktur”

Akıl Ne İçindir?

Çok şikayetler dinledim, ama “midem bana yetmiyor” diyen görmedim. El, ayak, göz, kulak ve diğer uzuvlarımız için de aynı durum söz konusu... Bir hastalık olmadıkça bize bahşedilen organlarımız ihtiyaca yeterli! Akıl da kendinden bekleneni yapabilecek düzeyde. Herkesin kendi aklını beğenmesi de gösteriyor ki, akıllar ruhlara uygun. Böyle olması bir nimettir kuşkusuz. Aksi halde huzursuz olurduk

Cihazlarımızın bir özelliği daha var; yapabilecekleri vazife sınırlı... Örneğin göz belli bir uzaklıktaki cisimleri net olarak görebilir; kulak sınırlı bazı sesleri duyabilir; kolun kaldırabileceği yük sınırlıdır...

Maddi uzuvlarımızdaki acizlik, akıl için de geçerli. Duygularımız birer terazidir. Tartabilecekleri ağırlık çizgisi aşıldı mı hata ederler...

Akıl da bir terazi, onunla manaları tartar, gerçekleri görmeye çalışırız. Manalar kapasiteyi aşıyorsa, akıl ya hiç görev yapamaz veya yanılır...

Gerçekler uzak ve yüksek ise, akıl gözü görmez olur. Bozulması, dengesini yitirmesi de mümkün...

İşte aklın yetersizliğe düştüğü durumlarda “nakil” devreye girer. Vahiy nurudur ki, karanlık mana dünyasını aydınlatır. Ve uzağı yakın eder... Göz için ışık ne ise akıl için de vahiy odur. (Zafer Dergisi)

Vicdan Nedir? Neye Yarar?

Vicdan; insan ruhunun en seçkin kişiliği, en ileri bilgi kaynağı... O, birşeye “evet” dedi mi; onu ne akıl yalanlayabilir, ne de duyu organları...

Vicdan, akıl ve beş duyu... Hepsi de insana birşeyler sunarlar; ayrı ayrı gerçeklere kapı açarlar. Ama, üstünlük hep vicdandadır; onu akıl izler, beş duyu ise, en sonda gelir.

Gerçek akıl bir hakikatı buldu mu, onun duyu organlarına ters düşmesi hiç bir anlam taşımaz... Bunun en güzel örneği, dünyanın döndüğünü aklın emretmesine karşılık hissin reddetmesidir. Neticede akıl üstün gelmiş, karar ona göre verilmiştir.

Hissin akıl karşısındaki durumu ne ise, aklın vicdan karşısındaki durumu da odur. Vicdana ters düşen bir akılla iş yapılmaz. Bir gerçeği vicdanen biliyorsak, onun olmadığına ilişkin getirilen bütün akli (!) deliller boşuna atışmaktan ileri gitmez. Örneğin, yaptığımız bir haksızlık için vicdanımız bizi suçluyorsa, aklın ileri süreceği hiçbir özür, derdimize deva olmaz.

İnsan birçok gerçeği vicdanen bilir. Görme, işitmeden ne kadar farklı ise, vicdanen bilme de aklen kavramadan o kadar ayrıdır. Vicdanda kıyas, mantık, fikir yürütme, bağıntılar kurma yoktur. O bütün bunlara muht`ç olmaksızın gerçekleri doğrudan bilir.

Maviyi yeşilden gözümüzle ayırdettiğimiz halde, “şefkatin sevgiden” yahut “korkunun endişeden” farkını vicdanen biliriz. İnsan kendi varlığını da vicdanen bilir. Bunun için düşünüp taşınmasına, “acaba ben var mıyım, yok muyum?” diye bir soru ortaya atmasına ve sonunda “düşünüyorum, öyleyse varım” gibi anlamsız deliller getirmesine gerek yoktur. İnsan kendi varlığı gibi, kendi niteliklerini de vicdanen bilir. Hayatta olduğunu, ilmi, iradesi bulunduğunu, görmeye-işitmeye sahip olduğunu hep vicdanen bilir. Bunlardan şüphe ettiği olmaz.

İnsan gözüne inanmayabilir; “acaba yanlış mı görüyorum?” diye gözlerini ovuşturup yeniden bakabilir. Yine, aklına da inanmayabilir; “yanlış mı anladım?” diye yeniden okuyabilir. Ama vicdanı konusunda, onun bildirdikleri hakkında böyle bir çekinceye düştüğü olmaz. “İnsan kendi varlığını vicdanen bilir” dedik; aynı şekilde yine vicdanen bilir ki, “ben kendi bedenimi kendim yapmadım; organlarımı yerli yerine kendi isteğimle ve gücümle takmadım”

Bu konuda öyle kesin bir inanca sahiptir ki, asırlarca yaşasa, bunun aksi bir fikir hatırından, hayalinden geçmez. Zira, vicdanın bilişi, ilimden öte, hissetmeden öte, bizzat yaşamaya dayanır.

Kendi bedenini kendisinin yapmadığını “vicdanen” bilen insan, diğer bütün canlıların da kendilerine sahip olmadıklarını “aklen” bilir. Cansızların kendilerine sahip olamayacaklarından zaten şüphesi yoktur.

Böylece vicdanda başlayan bir iman hareketi, akıldan ve duyu organlarından da yardım alarak gelişir. Ve insanı bütün eşyanın tek sahibine, Allah’a imana götürür.

Sözün özü: Her vicdan diyor ki, “Allah var”...

Ne insan başıboş bir divane... Ne şu alem sahipsiz bir fabrika... İnsanı bu tezgahta dokuyan biri var... Ve insan her şeyiyle O’nun... Vicdanın vazifesi de O’nu bildirmek. (Alaaddin Başar, Zafer Dergisi)

İslam Nedir?

İslam imkansızı mümkün yapan, bütünüyle başıboş ve bozguncu bir milleti, benzersiz bir devrimle örnek kişilikler haline getiren eşsiz bir yoldur; bu bile tek başına onun doğruluğuna kanıt olarak yeter... Hiç kimse böyle bir gelişim ve değişimi şu veya bu yorumla açıklayamaz; Hz.Muhammed Allah’ın Elçisi’dir, bu da Onun eşsiz bir mucizesi...

İslam özünden uzaklaştırılmış ve çığırından çıkarılmış inançları yerine oturtan, azgınlık ve taşkınlıklara, sapkınlık ve kuruntulara son veren bir dindir... Geçmiş elçilerin örnek yaşamlarını dile getirerek onlara atılan iftiraları cevaplayan, Allah’ı kullarına tanıtan, iki dünya saadetinin yolunu gösteren, kula kulluğa başkaldırmaya çağıran, yalnız ve haklı olarak bir tek Allah’a kulluğa davet eden, zincirleri kopartıp atan, insanı insan gibi ele alıp yücelten, yaşamı düzenleyen, ilişkileri yerine koyan, gelişimi sağlayan, çağlara ışık tutan, uydurma kutsallıkları ve tutsaklıkları gözler önüne serip bunlara tavır alan, kişileri gerçek konumuna oturtan bir dindir...

Evet, böyle bir dinin gereksizliğini kim savunabilir? İslam bütünüyle aydınlıktır, sokuşturulmaya çalışılan çirkeflerden beri olan Allah’ın Dini’dir, bizim için seçtiği yoldur; ümidin çağlayanı, sabrın kaynağı, iyiliklerin öğütleyicisi, kötülüklerin yasaklayıcısı... Onun bu güzel kurallarını beğenmeyenler tanrılığa soyunan düşüncesizlerdir, öze inemeyen, gerçeği bütün boyutlarıyla değerlendiremeyen, önyargılı kişilerdir...

“Allah’tan başkasına kulluk hiçtir; hiç ile olmak deliliktir” İmam-ı Rabbani

Kuran bu dinin kitabı, o yüce elçinin en büyük mucizesi; söyledikleri gerçekleşen çağlarüstü bir ışık kaynağı, meydan okumasına yanıt verilemeyerek doğruluğu onaylanan belge, benzersiz, eşsiz, olağanüstü, beşeri ölçülerin dışında, Allah katından gönderilmiş, çelişkisiz, hakkı batıldan ayıran, yegane başvuru kaynağı olan bir kitap...

İslam; sapkınlıktan, azgınlıktan, taşkınlıktan, alçalmaktan, ırkçılıktan, putçuluktan, bilgisizlikten, körü körüne bağlılıktan, düşüncesizlikten, yıkıcılıktan, bozgunculuktan, ümitsizlikten, yalandan-dolandan, düşmanlıktan, alaydan, ayrılıktan, düzensizlikten, sevgisizlikten, yalnızlıktan.. koruyan bir din...

Yeniden soruyorum; böyle bir yola “gereksiz, uyuşturucu, kötü” diyen birisi şaşkınlıktan başka ne yapmış olabilir? Yeri gelmişken, kimlerin gerçeklerden yüzçevireceğini de belirteyim; kibirliler, inatçılar, cahiller, taklitçiler, önyargılılar, heva ve heveslerine uyanlar, yalancılar, bağnazlar, düşüncesizler, düşünmek istemeyenler.. ve zalimler!.. Böylelerinin zan, şüphe ve kuruntularının ise gerçekler karşısında hiçbir değeri yoktur, nasıl olabilir ki?..

Üç Önemli Soru; Necisin, Nereden Geliyorsun, Nereye Gidiyorsun?

Akıl ve vicdan insanın başını şu üç soruyla aralıksız döver durur: “Necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun?”. İnsanların bu sorular karşısındaki düşünce ve davranışları ise birbirine pek uymaz.

Bir kısmı bu sorulara kişisel yorumlar getirirler. Ya da yanlış bir yorumcunun peşine takılır, yineleyip dururlar. Ama bu düşünceler, onların vicdanlarını doyurmaz. Kendilerini, yine bu evren çöllerinde kimsesiz bir zavallı gibi görmeyi sürdürürler.

Bazıları da, bu sorularla hiç ilgilenmez; aklın ve vicdanın zorlamalarına hiç aldırmazlar. Onlar ne derlerse desinler bunlar bildiklerini okurlar. Zevk ve eğlencelerle, günlük dedikodularla, sonuçsuz tartışmalarla ömür tüketirler.

Bunlar kendilerince, doymanın yolunu açlığı düşünmemekte bulmuşlardır. Ama bu geçici ve geçersiz önlem, ruhu hiç mi hiç tatmin etmez.

Böyleleri, ufak bir sıkıntıda hemen sarsılır, az bir sıkıntıdan hemen ezilirler. Alınyazısından sınav yollu gelen bir bela karşısında hemen başkaldırı çığlıklarını basarlar. Aslında bu insanlar, düşünmekten korkmaktadırlar. Öyle ki biraz kafa yorsalar; şu hayatı, bu dünyayı, ölümü ve ötesini biraz merak etseler, bütün huzurları kaybolacak!..

Kendilerini aldatmaya can atan bu insanlar, biraraya geldiklerinde adeta bir ekol teşkil ederler. Aldırma derler, adam sende derler, sıkma canını derler. Saatteki hızı yüz bin kilometreyi aşan bu dünya üzerinde, nereye gittiklerini düşünmeden yaşar ve bunu bir felsefe, bir inanç olarak benimserler. Bu hayat felsefelerini birisi eleştirmeye görsün;

“Sen bu çağın adamı değil misin? Hangi devirde yaşıyorsun?” yollu sözlerle, onu yaylım ateşine tutarlar. Alaylı sözlerle gerçeği bastırmaya çalışır, kendilerini böylece oyalayıp dururlar.

Üçüncü bir topluluk insan da vardır ki, bunlar sözünü ettiğimiz soruları yanıtlamaya koyulurlar

Okur, düşünür, sorar, öğrenir ve sonunda anlarlar ki: Ne insanlar başıboş, ne bu alem sahipsiz. Her varlık bir yazgının doğrultusunda ve bir gücün yaratmasıyla oluşuyor.

Güneşin doğuşu ve batışı gibi, her canlının dünyaya gelişi ve göçüşü de, kusursuz bir düzen ve sonsuz bir ilim ile oluyor.

Güneş de bir güce esir, ay da, yıldızlar da... İnsan da bir düzene mahkum, bülbüller de, güller de...

Bütün gelenleri getiren ve bütün gidenleri götüren birisi var. Yıldızları durduran, gezegenleri döndüren, insanları gezdiren, balıkları yüzdüren hep o ilim ve kudret, hep o irade ve hikmet sahibi...

İşte bunlar, Allah'ın kulu oldukların1 bilen, ruhlar aleminden bu dünyaya “rıza ve cennet” sınavını kazanmak üzere gönderildiklerinin bilincine varan ve ömürlerini doğru yolda geçirip Mutluluk Yurduna doğru yol alan gözü aydın konuklardır. (Zafer Dergisi)

Düşünce Pınarı

“Felsefeyi vahye tercih edenler, aklı, aklı yaratana tercih etmiş oluyorlar...” Nail Papatya

“Akılsız, aklın içinde kalandır!..” N.F.Kısakürek

“Ölçülere tutsak akıllar, “ölçülemeyeni” nasıl anlar? Akıl bir anahtardır, ama her kapıyı açmaz!..” Ömer Sevinçgül

“Dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır” Nureddin Pala

“Hiçbir akıl ahiret bilgilerini doğru olarak bulamaz, çözemez; vahiy gerekir” Hekimoğlu İsmail

“Felsefe; bulmanın değil, boyuna aramanın yolu!..” Necip Fazıl

“Söndü cılız ışığı onların... Güneş, yine güneş olarak kaldı...” Selahaddin Şimşek

“İslam, akıl ve mantık dinidir ancak, akıl ve mantıktan doğmamıştır...” Emine Şenlikoğlu

“Aklımız görebildiğimiz eşyanın arkasında göremediğimiz gizli bir ilah bulunduğunu, ona inanmamız gerektiğini normal sayar. Allah'ın varlığının akılla çelişmesi düşünülemez. Aksine yokluğunu düşünme anında çelişki başlar” Kant

“Hakikate eriş akıllıların işidir, ama akıl işi değildir; sürat bacaklarda olsaydı, en hızlı koşanlar kırkayaklar olurdu...” S. Şimşek

“Vicdana ters düşen bir akılla amel edilmez” Alaaddin Başar

“Akıl, nimetlerin en büyüğü, dünya ve ahiret şereflerinin en yücesidir” Hz.Ali

“Akıl maddeyi, kalp manayı fetih içindir” Muhammed İkbal

“Akıllı olmak da bir şey değil; önemli olan o aklı yerinde kullanabilmektir” Descartes

“Akıl, insanı helak edici yerlerden uzak tutan şeydir” Cafer-i Huldi

“Zulme, ancak paslı vicdanlar razı olur”, “İnsan, vicdanı yaşadıkça insanca yaşar” Ali Suad

“Kötü bir işin en güçlü şahidi, vicdanımızdır” Hz.Ömer

“Vicdan aklın nabzıdır” Atasözü

“Namusluluk, insanın vicdanı ile başbaşa kaldığı zaman ona verecek utandırıcı bir hesabı olmaması demektir” Ali Fuat Başgil

“Hiçbir insanın kalbindeki vicdan kadar korkunç bir tanık ya da onu bu kadar dehşetle itham eden bir yargıç yoktur” Polybios

Hz.Muhammed, Bütün Yönleriyle Allah'ın Elçisi Olduğunu Kanıtlamaktadır

* İlk kez vahiy geldiğinde eşi Hz.Hatice Onu şöyle teselli ediyordu; “Allah seni kesinlikle utandırmaz. Çünkü sen akraba hakkını gözetirsin. Çaresizlerin yardımına koşarsın. Yoksulun ve mazlumun elinden tutarsın. Misafirlere ikram eder, başı dertte olanların imdadına koşarsın.” O hep haksızlığın karşısında, doğrunun ve haklının yanında olmuştur... Elçilik görevini yüklenmeden önce haksızlıkları önlemek amacıyla kurulan Hilful Füdul derneğinin üyeleri arasında idi...

* Çevresindeki olağanüstü bozuk ortama karşın kendisinde hiçbir dengesizlik gözlenmemiştir; bütün davranışlarında büyük bir ölçü vardı... Ortalama 15 yaşında evlenilen bir bölgede 25 yaşına kadar iffetli bir biçimde yaşamış, bu çağında da kendisinden 15 yaş büyük olan dul bir hanımla evlenmiştir... Bu gerçeği hiç kimse yalanlayamamakta ve Ona dil uzatamamaktadır...

* O, Elçilik görevini yüklenmeden önce bile “Muhammed'ül Emin = Güvenilir Muhammed” idi.. Yalanı-dolanı olmayan, sözünden dönmeyen, buluşma yerinde söz verdiği kişiyi üç gün bekleyen Güvenilir Muhammed “sav”... Onun bu eşsiz niteliğini hiçbir kimse yalanlayamamıştır ve yalanlayamayacaktır da... Öyle ki, Ona inanmayan kişiler bile değerli varlıklarını Onun korumasına vermekten çekinmiyorlardı; çünkü Onu tanıyorlardı, güvenilir olduğunu biliyorlardı, hiçbir dengesizliğini görmemişlerdi... Bütün bunlara karşın, ne yazık ki düşünme yetenekleri gerçeğe ulaşabilecek düzeyde değildi, çıkarları gerçeğe yönelmelerini engelliyordu...

* Elçiliğinin öncesinde ve sonrasında hiç kimseden bilgi almayan birisinin bütün alanlarda örnek olabilmesi de hiç kuşkusuz Onun elçiliğini kanıtlamaktadır; evet O, okuma yazma öğrenmemişti, savaşın inceliklerini bilmiyordu, hiç kitap okumamıştı, bilim dallarıyla ilgilenmiş değildi... Dinlenmek, düşünmek, kulluk etmek için gittiği bir mağarada bütün bunları öğrenebileceğini sanmak ne büyük yanlıştır!..

* Bütün yönlerden çevresindekilerden üstün birisinin birdenbire değişmesi düşünülebilir mi? O elçilik görevini düşünerek ortaya çıkmış birisi değildi, böyle bir beklentisi kesinlikle yoktu, ilk vahiy geldiğinde çok korkmuş, şaşırmış ve evine koşarak üstünün örtülmesini istemişti... Hiç yeni bir dinle ortaya çıkmayı tasarlayan birisi böyle davranır mı?..

* Evet, karşılaştığı bu durum Onu sevindirmemiş, tersine korkutmuştu... Vahyin tekrarlanması ile kendisine büyük bir görev yüklendiğini anlamış ve tek başına yola çıkmıştı... Bu durumun ise ona hiçbir artı getirisi olmamıştır, sayısız düşman edinmiştir... Demek ki, Onun böyle bir düşüncesi yoktu, yetiştiği ve bulunduğu ortam da böyle bir durum için elverişli değildi...

* Karşıtları bile Onun doğruluğuna tanıktırlar; evet, Onu yalanlayanlar bile ne yapacaklarını şaşırmışlardı; kırk yıl aralarında yaşayan bu Yüce Elçiyi tanıyorlardı, ona karşı takındıkları tavır ise kendileriyle çelişmekten başka bir anlam taşımıyordu... Ebu Cehil bile “Biz sana yalancı demiyoruz ancak getirdiğine de inanmıyoruz” diyordu; bu bile başlı başına Onun elçiliğini kanıtlayabilecek bir belgedir... Evet, yalancı olmadığını biliyordu, yalanlıyamıyordu ama söyledikleri de işine gelmiyordu, bu nedenle yüz çevirmeyi yeğliyordu... Onun görevi, kendisine bildirileni iletmekti... Karşısındakilerin düzeysizlikleri Onu hiç etkilemedi, O hep gerçeği söyleyip onları doğru yola çağırdı... Bu da başlı başına Onun elçiliğini kanıtlamaktadır...

* Kimileri de Onun doğru söylediğini onaylıyor fakat “neden elçilik bu yetime verildi de şu kentten şu kişiye verilmedi?” gibi saçma sapan sözlerin arkasına saklanarak imana gelmiyordu...

* Söz söyleme alanında çok üstün bir konuma gelmiş olan toplumu Onun getirdiği Kuran’a karşı çıkamadığı, bir benzerini ortaya koyamadığı için kılıca sarılmıştır; evet, onlar okuma-yazma bilmeyen birisine karşı koyamıyorlardı... Bu durum da başlı baş1na Onun elçiliğini kanıtlamaktadır... En kolay yol (sözlü karşılık verme) dururken en çetin yolu (savaşmayı) seçmeleri Kuran’ın üstünlüğünü ve mucizeviliğini açıkça ortaya koymaktadır...

* O her açıdan üstün birisi olduğu için karşıtları Onu kötüleyebilecek tek bir nokta bile bulamıyorlardı, eğer böyle bir nokta olsaydı hiç kuşkusuz ki bunu kullanacaklardı... Aslında bunu yapma olasılıkları da vardı, yüce Allah Kuran-ı Kerim’de Elçisine gelecekle ilgili bilgiler veriyor ve bu bilgiler olduğu gibi çıkıyordu... Oysa kendileri üzerine konuşulan kişiler Kuran’ı yalanlamak düşüncesi ile farklı davranabilirlerdi, ancak onlar bunu ne düşündüler, ne de yaptılar; evet, Kuran böylesine görünür bir mucize...

* En büyük düşmanlarını bile bağışlaması da Onun elçiliğinin belgelerindendir... Bu durum hem Onun doğruluğunu karşıtları açısından, hem de kendisi açısından gözler önüne sermektedir; eğer doğru sözlü birisi olmasaydı, onları hoş görmesi düşünülemezdi...

* Yine doğrucu olmasaydı taş gibi katı yürekli kişiler imana gelemezdi... Örnek mi; kendisini öldürmeye kalkan Hz.Ömer, Safvan ve Umer, en büyük düşmanlarından Ebu Süfyan, Halid bin Velid, Ebu Cehil’in oğlu İkrime, amcası Hz.Hamza’yı şehid eden Hind ve Vahşi gibi önceleri ona düşman olan kişiler ve daha birçokları hem Ona inanmış, hem de Onun yolunun en büyük savunucuları olmuşlardır...

* Mekke’nin alınmasından sonra amcasını şehit eden Vahşi çekinerek ve utanarak, bağışlanmak üzere yanına gelmişti... Hz.Muhammed “sav” onu görünce çok duygulandı, gözlerinin önüne kanlar içindeki amcasının o yürek yakıcı durumu geldi. Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Olup bitenleri düşündü ancak bütün bunlara karşın Vahşi’yi bağışladı ve ona; “Ne olur benim gözüme bir daha görünme, seni görünce amcamı ve onun şehid düşmesini hatırlıyorum; içim yanıyor” diyerek bir istekte bulundu... Evet, ancak Onun kadar doğrucu ve emin birisi böyle bir davranış içine girebilirdi...

* Hepimiz duygu ve düşüncelerimizi başkalarıyla paylaşmak isteriz... Eğer düşünce boyutumuz çok genişse bunu yaymaya ve taraftar toplamaya çalışırız... Hz.Muhammed bir elçi olmasaydı, hiç davasını yaymak için 40 yıl bekler miydi? Onun davası bu kadar önemsiz bir dava mıydı? O, davasını ilk üç yıl gizlice duyurmuş ve buna kendisini en iyi tanıyan yakınlarından başlamıştır... Onu gerçekten tanıyan ve doğru düşünebilen herkes çağrısına uymuştur... Bu noktada olmadık sıkıntılara Onunla birlikte katlanmışlardır...

Siz olsanız bir yalan uğruna şunlara katlanabilir misiniz? Karşınızdakiler;
Yanınızdan geçerken yüzünüze tükürük atsalar,
Siz secdedeyken başınıza işkembe koysalar,
Tartaklasalar,
Yollarınıza dikenler koyup taşlar dökseler,
Köşe başlarında ellerinde kılıçlarla sizi bekleseler, öldürmek için fırsat kollasalar, taşlasalar,
Herkesin içinde sizinle alay etseler, küçük düşürseler, hakaretlerde bulunsalar,
Eşinize en büyük iftirayı atsalar,
En sevdiklerinizi, en yakınlarınızı paramparça doğrasalar, ciğerlerini çiğneseler,
Üzerinize asker gönderip arkadaşlarınızı öldürseler, çeşitli yerlerinizden yaralasalar,
Sizi yurdunuzdan çıkarsalar... ne yaparsınız? Hiç çekinmeden yolunuza devam edebilir misiniz?..

* Yüz, tavır ve kişilik, bilen kimseler için gerçeğin aynasıdırlar; O bütün özellikleriyle “Ben Allah’ın Resulü’yüm” diyordu... Bu yüzdendir ki dönemin en büyük bilginlerinden birisi olan Abdullah bin Selam (Allah ondan razı olsun) Hz.Muhammed’i ilk kez gördüğünde “Bu yüzde yalan yoktur” diyerek iman etmişti...

* Özgürlüğüne kavuşturduğu Hz.Zeyd ile birlikte Taiflileri İslam’a çağırmak için gittiğinde taşlamaya varacak kadar ağır hakaretlerle karşılaştılar... Üzgün ve bitkin bir durumda o bölgede bulunan bir bağın kenarına oturdu; Onu gören bağ sahiplerinin acıma duyguları harekete geçti ve köleleri ile ona üzüm gönderdiler... Addas adlı köle daha önce Hz.İsa’ya inanmış birisiydi...

Hz.Muhammed’in üzümü besmele ile yemesi üzerine çok şaşırarak “Yıllardır buralardayım, kimseden böyle bir söz duymadım” dedi. Resulullah “Sen neredensin?” diye sordu. O “Nineveliyim” (Musul dolaylarında bir yer) dedi. Resulullah “Yunus’un ülkesinden imişsin” buyurdu. Addas bu söze de şaşırarak “Sen Yunus’u nerden tanıyorsun? Onu buralarda kimse bilmez” dedi. Bunun üzerine Hz.Muhammed “O benim kardeşimdir. O da benim gibi elçi idi” buyurdu. Addas bu durum karşısında apaçık gerçeği dile getirerek müslüman oldu; “Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olamaz. Ben inandım ki, sen Allah’ın Resulüsün”

* Küçük bir yalanı küçük bir toplulukta söylemek bile kişiler için çok zor bir durumdur; buna karşılık, Hz.Muhammed’in davası uğruna, kendine bütünüyle düşman bir ortamda, doğru bildiklerini hiç tedirgin olmadan söyleyebilmesi getirdiklerinin yalan olmadığını ve davasının hak olduğunu açıkça göstermektedir... Bunun tersi hiç düşünülebilir mi?..

Evet O, tek başına, bütün düşmanlarına, ölüm tehditlerine, hakaretlerine, mevki, makam, mal ve kadın gibi tekliflerine karşın davasından dönmediği gibi, ümitsizliğe de hiç kapılmadı... Bütün bu durumlar Onun elçiliğini kanıtlayan unsurlardır...

O, bütün karşıtlarının kendisini yoketmek için toplandığı bir ortamda, hendek kazarken yanındakilere İran, Yemen ve Bizans gibi yerlerin elegeçirileceğini bildiriyordu, bunu gören ikiyüzlüler ise “bu durumda nasıl böyle söyleyebiliyor?” diye alay ediyorlardı... Oysa söyledikleri sonradan birer birer gerçekleşmiştir... Onun davası hak olmasaydı, her yerde doğruları olduğu gibi söylemekten çekinmez miydi? Evet, böylesi açıklamalar ancak Allah Resulü’nden gelebilir... Bu konuda Ondan daha güzel bir örnek bulabilmek mümkün değildir...

* Bir düşünün; okuma yazma bilmeyen birisi olarak uzay araştırmaları yapan sayılı bilimadamlarıyla boy ölçüşmeye kalkabilir misiniz? Oysa Onun getirdiği Kuran bütün varlığa sesleniyordu, “bir benzerini getirin getirebilirseniz” diyordu... Hiç kimse boy ölçüşemedi ve hem Onun, hem de Kuran’ın doğruluğu ortaya çıktı; bu durum Onun elçiliğini kanıtlamaz da neyi kanıtlar?..

* O getirdiklerini aynı zamanda en güzel uygulayan birisi idi, her açıdan insanlara örnekti... Hepimiz rahat yaşamayı isteriz, kim istemez ki? Oysa O elçilik sonrasında nice çilelerle karşılaştı, sonuç getirip getirmeyeceği belli olmayan bir yolda yürüdü, ölümle yanyana yaşadı... Kim bütün bunları uydurma bir dava için yapabilir? Bunu hangi akıl kabul edebilir?..

Evet O, insanlardan ne istemişse, onlara neleri duyurmuşsa en güzelini yapmış ve örnek olmuştur... Bu nedenle “Yaşayan Kuran” olarak nitelendirilmiştir... İnsanlardan ilk önce Allah’a inanmalarını ve O’na kulluk etmelerini istiyordu... Kendisi ise Allah’ın sevgisiyle dolup taşan birisiydi... Her an Allah’ı anan birisiydi... Namazda, oruçta, zekatta, cömertlikte herkesten önde idi...

* Bireyler yirmi yaşına kadar gelişimlerini tamamlarlar, hele kırk yaşına kadar artık bütün huyları belirginleşir ve değişmemek üzere kesinleşmiş bir nitelik taşır; bu durumda kırkına gelmiş birisinin huylarının birden bire değişmesi düşünülemez...

Hz.Muhammed, kırk yaşından önce de Emin idi, kırk yaşından sonra da; bu durumda davası nasıl yalan olabilir? Evet, kırk yaşına kadar hiç yalan söylemeyen birisinin, kırk yaşında birdenbire, hem de bir hiç uğruna yalan söylemeye başlaması düşünülebilir mi?..

* Diğer yandan, doğrucu olmayan birisi kendisine arkadaş bulabilir mi? Bırakın başkalarını eşini bile inandırması olanaksızdır... Oysa Hz.Hatice “Sen ancak doğruyu söylersin” derken, Hz.Ebu Bekir “O ne dediyse doğrudur” diyordu... Çevresindekiler hep doğrulukta birer önder olan kişilerdi... O dönemde ve sonrasında Onun yolundan giden sayısız kişi ne diye bunu yapıyorlar?..

* Onun gösterdiği bine yakın mucize ve en büyük mucizesi olan Kuran-ı Kerim de Onun elçiliğini kanıtlamaktadır... Evet, iman bir bütündür ve Kuran’ı doğrulayan bütün bilgiler Onun elçiliğini de doğrulamak durumundadırlar...

Elçiliğini kanıtlayan mucizelerin varlığını düşmanları bile kabul etmek zorunda kalmıştır; Kuran’ın bize aktardığı olaylara baktığımızda bu gerçek açıkça ortaya çıkmaktadır... Onların Hz.Muhammed’e “kahin, şair, büyücü” gibi sözleri söylemeleri ve bu tür nitelemelerde bir türlü karar kılamamaları Hz.Muhammed’in mucizeler gösteren bir elçi olduğunu kanıtlamaktadır...

* Bütün varlığa meydan okuyup başarılı olan ve hiçbir yalanı görülmemiş birisi hiç Allah’a karşı yalan uydurabilir mi? Ki, buna ne gerek vardır? Bir tek ayet bile o eşsiz özellikleri ve güzellikleriyle Onu bulunduğu bölgede önder yapabilirdi... Ayrıca kendi sözleri ile Kuran arasındaki fark da ortadadır; evet, hiçbir insanın sözü -Hz.Muhammed “sav” söylemiş olsa bile- Allah Kelamı ile boy ölçüşemez; bundan daha büyük kanıt olur mu?..

* Eşsiz ahlakı da Onun elçiliğini kanıtlamaktadır; evet, ona bu ahlakı veren kimdir? Yetiştiği ortam herkesin malumu... Babası diyemeyiz; O doğmadan ölmüştü... Annesi diyemeyiz; altı yaşında onu da yitirdi... Dedesi ya da amcaları da diyemeyiz; içinde bulundukları toplumda Ona böyle bir ahlak kazandırmaları olanaksızdı... Kuran-ı Kerim ile bu konuyu özetleyelim; « Şüphesiz sen büyük bir ahlaka sahipsindir » Kalem, 4

* Evet, o yetiştiği olumsuz ortama karşın bütün herkesten daha ahlaklı birisi idi; hem de her açıdan böyleydi... Oysa diğer insanlar böyle değildir; örneğin birisi cömert ancak merhametsiz, cesur ama cimri olabilir... O bütün yönlerden en güzel örnek idi... “Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti” Hz.Muhammed

* Bütün elçiler gibi Hz.Muhammed de elçiliğin temel özelliklerini (doğruluk, güven, masumiyet, zeka gibi) üzerinde taşıyordu, hem de hepsinden daha üstün olarak... Bu durum da Onun Resulullah olduğunu kanıtlayan belgelerden birisidir...

Kendisine elçilikten vazgeçmesi için olmadık tekliflerde bulunanların tekliflerini geri çevirmekte hiç tereddüt göstermemiştir... Evet, Ona; “Sana ne istersen verelim” diyenlere, “Bir elime ayı, diğer elime güneşi koysanız davamdan dönmem” kar_ılığını vermiştir... Bu durum Onun kararlılığının ve imanının sağlamlığının en belirgin kanıtıdır; O Allah’a bütün varlığıyla inanıyordu ve davasının hak olduğunu bilerek yalnızca Allah’a güveniyordu...

* Hiç kimse bütün alanlarda uzman olamaz... Bu, günümüzün gelişmiş ortamında bile olanaksız bir durumdur... Oysa Hz.Muhammed’in getirdiği Kuran her asırda herkesle boy ölçüşebilecek üstünlüktedir... Benzer biçimde Hz.Muhammed de her açıdan uzman birisidir; eğitim, terbiye, askerlik, bilim, tıb gibi...

Şunu da unutmayalım ki, bu kişi hem okuma-yazma bilmiyordu, hem de (Allah’tan başka) hiç kimseden bilgi almamıştı... Evet, 23 yılda son derece bozuk bir topluluğu her açıdan üstün bir konuma getirebilmek ancak Resulullah’ın işi olabilir...

* Kuran’la birlikte Arapça çok büyük bir gelişim göstermiştir, bunun da başka hiçbir örneği yoktur... Böyle bir durumu sağlamaları yüzlerce dil bilgininden bile beklenemezken, okuma-yazma bilmeyen birisinden hiç beklenebilir mi?..

* Yukarıda anlatmaya çalıştığım fakat bunu becerebilmem olanaksız olan bu üstün özelliklerle donatılmış birisi hiç yalan söyler mi, yalana-dolana başvurur mu, bunlara tenezzül eder mi? Onun eşsiz kişiliğidir ki, adı durmaksızın yeryüzünde anılan tek kişi olmasını sağlamıştır...

Evet, bütün yeryüzünde Allah’la birlikte Onun adının anılmadığı zaman yoktur... Gerek namazlarda gerekse ezan okunurken, zaman farkı nedeniyle her an yeryüzünde Onun adı anılmaktadır; bu konuda da tek örnek Odur... « Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir » Ahzab, 21

Örnek Elçi’den Çağlarüstü Mesajlar
(Hz.Muhammed’in Hadislerinden Bir Derleme)

“Mümin, kötülüğünden emin olunan kimsedir”

“Allah’ın nimetlerine hamd etmek, insanı o nimetin yokluğundan emin kılar”

“Mümin eliyle, diliyle kimseye zarar vermeyen kimse demektir. Muhacir ise; Hak Teala’nın haram kıldığ1nı terk edene denir”

“Ölen herkes pişman olacak. Kötülük yapanlar, kötülüklerinden dolayı, iyilik yapanlar da daha fazla yapmadıkları için”

“Kadere iman eden, kederden emin olur”

“Halıka isyan olan işte, mahluka itaat olmaz”

“Kötülüğü terketmek sadakadır”

“Hayra yol açan, yapan gibidir”

“Sahibini fenalıktan alıkoymayan namaz, Allah’tan uzak olmaktan başka birşeyi arttırmaz”

“Seni fenalıktan menettiği müddetçe Kuran’ı oku; kötülükten alıkoymuyorsa Kuran okumuş sayılmazsın”

“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır”

“Her haslet müminde bulunabilir. Yalnız hıyanet ve yalan bulunamaz”

“Bizimle alakası olmayan bir iş yapıldığında, bu iş failine reddedilir”

“Allah şüphelerin gelişi anında ileri görüşlü gözü, şehvetin ağır bastığı zamanda da aklı sever”

“İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz”

“İlim tahsil ederken ölen şehid olur”

“İmanlarınızı 'La ilahe illallah' ile yenileyiniz”

“Bildiğin herşeyi başkasına da öğret”

“Kafirlerin iktidarı bile eğer adil ise sürebilir. Ama müminlerin iktidarı eğer adaletsiz ise mutlaka yok olur”

“Ödeme niyeti olmadan borçlanan kişi hırsızdır”

“İki günü bir olan, her gün ilerlemeyen, yeni bir şey öğrenmeyen aldandı, ziyan etti”

“Sana gelmeyene sen git, sana vermeyene sen ver, sana zulmedeni sen affet”

“Makamları talip olanlara değil, layık olanlara veriniz”

“Bütün müslümanlara selam söyleyiniz. Kıyamete kadar müslüman olacak herkese benden selam söyleyiniz”

“Her iyi olan şey sadakadır”

“İnsanların en iyisi başkalarına iyilik yapandır”

“Allah kulu üzerinde ona verdiği nimetlerin eserini görmek ister”

“Arkanızda, yakın akrabalarınızı dilenmeye muhtaç bırakmaktansa zengin bırakmanız daha iyidir”

“Orta yol işlerin en iyisidir”

“İlim hazinedir; anahtarı ise sorup öğrenmektir”

“Bir kötülük yaptığında hemen iyilik yap”

“Dosdoğru ol, ahlakın güzelleşsin”

“Büyüklerimize saygı duymayan, küçüklerimizi sevmeyen bizden değildir”

“Başkalarının kendisinden öğüt aldığı kimse mutludur”

“İnsanlara acımayana Allah da acımaz”

“Yiyip içmekten sakınmak, asıl oruç değildir. Oruç, ancak kötü sözlerden, fena ve nefsani arzulardan vazgeçmektir”

“En üstün miras; babanın evladına verdiği terbiye ve edeptir”

“Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için sevmedikçe gerçek imana eremez”

“Aldatan bizden değildir”

“Din, güzel ahlaktır”

“Yapacağın işin sonunu düşün, iyiyse yap, zararlıysa terket”

“İnsanların en üstünü, dinlerini iyice anlayıp bilerek yaşayanlardır”

“Müminin konuşması zikir, susması fikir, bakı_ı ibrettir”

Elçiler Neden Gönderildi?

Dinin gerekliliğini dile getirmiştik; işte elçiler bu dinin getiricisi olan örnek kişiliklerdir... İnsanlara elçi gönderilmesi sonsuz bir rahmet örneğidir... Yüce Allah insanları başıboş bırakmamış, suç işledikleri anlarda bile onlara yardımını göndermiş ve doğru yolunu göstermiştir... Kuşkusuz, “şöyle şöyle olun” demekle “bakın, bu kişiyi örnek alın” demek birbirinden çok farklı olup elçilerin gerekliliğini gösterir...

Elçiler gerçeği bizlere ulaştıran hak erleridir; kişilere sonsuz mutluluğun yolunu bildiren, davranışlarıyla en güzel örnek olan, en doğru hükümleri getiren, hikmeti öğreten, zincirlerden kurtaran, sömürüye tavır alan, ahlakı, fazileti, doğruluk ve dürüstlüğü, güvenilirliği, yöneticiliği, eğitmenliği; kısacası gerçek insanlığı öğreten yüce kullardır...

Böyle örnek insanların olmamasını kim isteyebilir, hangi akıl sahibi? Kişilerin gelişiminde başarılı örneklerin ne kadar etkili olabileceği açık bir gerçektir; biz bütün sıfatlarımızdan öte öncelikle insanız ve insan-ı kamil olmayı da onlardan öğreneceğiz; onlar birer insan olmaları yönüyle bizim için eksiksiz birer örnektirler, ne büyük bir hikmet!.. Gelişimin teşvik edici örnekleri olan mucizeleri de onların hak belgeleri!..

Nasıl bir kitabın okutulup öğretilmesi için öğretmenlerin varlığı gerekliyse kutsal kitapların ve kainat kitabının okutulması için de elçiler gerekmektedir... Onlar özellikle maneviyat sahasının öğretmenleridir... Duygusallıktan uzak nesnel bir akıl ve vicdan Allah’ın varlığına kuşkusuz inanacaktır... Evet, toprağa atılan tohum gerekli koşullar sağlandığında her zaman yeşerdiği gibi, nesnel düşünen insan da Allah’ın varlığını kavrayacaktır...

Daha önce akıl ve vicdanın tek başına gerçeğe ulaşmakta ve onu kavramakta yeterli olmadığını, bu konuda yol göstericilere gereksinim duyulduğunu görmüştük... Evet, Allah, yarattığı bireyi başıboş bırakmamış, onu kendisine gereken bütün özelliklerle donatmış, ayrıca en doğruyu ve güzeli de göstermiştir...

Bunun karşılığında bireye düşen ise doğruya yönelmek ve sorumluluğunun bilincinde davranmaktır... Evreni ayağımızın altına seren yüce Allah bizden doğru yoluna uymamızı istemektedir... Bu doğru yolunu ise gönderdiği Elçilerle ve Kitaplarla bizlere göstermektedir... Yetkinlik vermediği hiç kimseyi de sorumlu tutmamaktadır...

Düşünelim; evrende başıboş bir varlık bulunuyor mu? Evrenin kendisi, yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar.. hep kendileri için belirlenmiş bir yolda ve yönde davranış sergiliyorlar... Peki evrenin gözbebeği olan insana neden doğru yol gösterilmemiş olsun? Kuşkusuz bütün bireyler belli bir amaç için yaratılmışlardır...

Allah evreni ve insanı neden yarattı? Neden insana bu kadar değer verdi? Neden onu sorumlu tuttu? Neden Elçiler gönderip doğru yolunu gösterdi ve onlara uymamızı istedi?.. Şimdi de bu tür sorularımıza bir yanıt arayalım...

Allah’ın evreni yaratma nedeni temelde sevgidir... Evet, varlığın nedeni kutsal sevgidir... Her sanatkar kendi sanatının görülmesini istediği gibi yüce Allah da eşsiz sanatını gizlilikten çıkarıp canlıların önüne sermiştir... Bize düşen ise önümüze serilen bu güzelliklerin ardındaki Sanatkar’a ulaşabilmektir...

Allah’ın bilgisi sonsuzdur... Bu bilginin kapsadığı kavramların bir bölümünü belirli bir düzen içinde ortaya koymuştur... Resim çizen ya da beste yapan kişinin sevdiği için üretimde bulunması gibi Allah da sonsuz bilgisinin barındırdığı varlıkları sevdiği için yaratmıştır...

Şu Hadisi Kudsi bu noktada bize yön göstermektedir: “Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi diledim, onun için varlıkları yarattım...” Evet, yüce Allah bilinmeyi dilemiş, bilecek ve bilinmesini sağlayacak varlıkları yaratmıştır...

Kuşkusuz Allah’ın evreni yaratması bir gereksinimden dolayı değildir; O’nun gereksinim duyması düşünülemez... O’nun adlarından birisi de Samed’dir; açıkçası hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ancak her ihtiyaç sahibinin kendisinden istediği yüce varlık...

Bu nedenle Allah ile yaratıklarını karşılaştırmaya kalkmak büyük bir yanlış olur ve kişiyi yanlış sonuçlara götürür... Allah’ın nitelikleri sonsuz olduğu için evrenin varlığı ya da yokluğu O’nun için önemli değildir, niteliklerinde değişme olması düşünülemez...

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; evren, içindeki varlıklarla birlikte Allah’ın sonsuz niteliklerinin sergilenmesi ve bilinmesi amacıyla yaratılmıştır... Evren yaratılmadan önce, yukarıda belirtildiği üzere bütün bunlar gizli birer hazineydiler, evrenin yaratılmasıyla birlikte hepsi görünür bir biçimde ortaya çıktılar... Sonrasında Allah bütün bu özelliklerini göstermek ve bildirmek için bilinçli ve akıllı varlıkları yarattı... Gözlerinin önüne serdiği bunca güzelliği değerlendirerek kendisini tanımalarını istedi... Bu varlıkların içinde de en çok insana değer verdi...

Her varlık bir mucize niteliğinde olduğu için Allah’ı bilmek kolaydır... Peki Allah’ı bilecek olan varlıklar kimlerdir? İşte bunlar bilinçli ve sorumlu olan varlıklardır ki, bunların da en üstünü kuşkusuz insandır... Evet, insan evrenin özetidir... Nitelikleri evren kadar eşsizdir... Sayısız özelliklerle donatılmış, tüm evren hizmetine sunulmuştur... Taşıdığı özellikler, hep yüce Allah’ı tanımak için birer araçtırlar... Bütün bunlardan dolayı da sorumlu kılınmıştır...

Bu noktada insana sorumluluklarını bildirecek, doğruyu ve yanlışı gösterecek varlıklara gereksinim duyulmaktadır... İnsana sonsuzluğun yolu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” gibi bitmek bilmeyen sorularının yanıtı bildirilmelidir... Bu da ancak her şeyi bilen yüce Allah’ın gönderdiği Elçiler ve Kitaplar aracılığıyla olabilir... Evet, Allah insanlara Elçiler ve Kitaplar göndermiştir... Gözü ağrıyan birisi göz uzmanına başvurduğu gibi, insanlar da manevi sorunlarına bu konuda uzman olan elçiler aracılığıyla çözüm bulacaklardır...

Elçilerin Konumu Üzerine

Allah var, kitaplarında da emirlerini anlatmış; bu durumda elçilere ne gerek var? Onların gönderilmesinin nedeni nedir?

Madem okullarda kitaplar var. Bütün ilimler o kitaplarda yazılıdır. O halde öğretmenlere ne gerek var?

Öğretmenler olmasa öğrenciler kitapları nasıl anlayacaklar? Matematik öğretmeni olmadan matematik öğrenilir mi? Fizik hocası olmadan fizik anlaşılır mı? Okula ilk giden öğrencinin okumayı öğrenmesi için de bir öğretmene ihtiyacı yok mu? Evet, elçilerin gönderilmesindeki hikmete bu açıdan bakınca gerekli görülüyor...

Elçiler gerekli. Çünkü madem ki öğretmensiz bir ders öğrenilmiyor. Bir kitabın sırları çözülmüyor. Öyleyse elçi denilen öğretmen olmadan da kutsal kitapların sırrı çözülemez. Elçiler insanları dünyada başıboş yaşamaktan kurtaran ve onlara gerçek hayatı anlatan en büyük öğreticiler, örnek önderlerdir.

Şu konuya dikkatinizi çekmek isterim: Yüce Allah her şeyi bilerek yapıyor. Her mevcudu görerek idare ediyor. Ne bir sinek O’nun nazarından kaçar. Ne de bir böcek O’nun rahmetinden uzak kalır. Her varlığı, insanlığın faydası için yaratır. Her işin sonundaki iyiliği bilerek yapar.

Madem ki yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak elbette varlıklar içinde en bilinçli ve en mükemmel olan insan türü ile konuşacak ve insan içinde en yetenekli ve ahlakı en yüksek zatlarla konuşacak. Bunlar da elbette elçiler olacaktır.

Işıksız güneş olmadığı gibi, Allah da kendini akıllara gösterecek açık işaretler göndermeksizin olmaz. O’nun varlığını gösterecek en açık delil ise kuşkusuz elçilerdir.

Nasıl ki her saltanat sahibi saltanatını gösterip ilan edecek bir memur tayin eder. Ta ki o saltanattaki güzellikler halka teşhir edilsin. Saltanat sahibinin güzelliği ve zenginliği herkes tarafından takdir edilsin.

İşte Yüce Allah, saltanatının büyüklüğünü ve zenginliğini insanlara anlatacak elçiler tayin etmiştir. Her güzel, hem güzelliğini görmek hem göstermek ister. O güzelliği gösterecek ve güzelliğini tarif edeceklerin olmasını arzu eder. Elçiler de kulluklarıyla o güzelliğe ayna olmuş, elçilikleriyle de Allah’ın güzelliğini ve istediklerini halka tebliğ etmişlerdir.

Bir sarayın içindeki gizli sırlar, antika nakışlar kendi kendini anlatmaz. Mutlaka o sırları anlatan, tercüme eden birine ihtiyaç vardır.

Şu kainat kitabının sırlarını da bize elçiler anlatmaktadırlar. “Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa anlaşılmaz. Manasız bir kağıttan ibaret kalır” Şu kainat kitabının muallimi olan elçiler olmazsa kainat kitabı anlaşılmaz ve manasız olurdu.

İnsan nereden gelip nereye gittiğini, dünyaya niçin gönderildiğini, mahiyetinin ne olduğunu idrak edemez. Dünyanın, ölümün ve ölüm ötesinin ne olduğunu nereden bilecek? Sırrı anlaşılmadan yaşanılan bir hayatın ne önemi kalır?

Öyleyse insan niçin yaratıldığını bilecek. Bunu da pek doğaldır ki, Allah’ın elçisi olan peygamberler anlatacaktır. (Gülay Atasoy)

Elçiler ve Kitaplar Neden Gönderildiler?

Öncelikle şu soruyu düşünelim; neden gönderilmesinler? Evet, insana doğru yolun gösterilmemesi için hiçbir neden yok; bu noktada yolgöstericilerin gerekliliğini de hiç kimse yadsıyamaz... Daha önce anlatılanlar ile akıl ve vicdanın insanın bütün sorularına yanıt vermede tek başına yeterli olmadığı ortaya konulmuştu...

Yukarıdaki soru “Bizim ders kitaplarımız her yerde satılırken okula, derslere, öğretmenlere ne gerek var?” demeye benziyor... Kuşkusuz, insan aklının belli bir kavrayış yeteneği bulunuyor ancak bu yetenek her şeye yetmiyor... İnsanın maddi ve manevi bütün sorunlar1nın çözümünde öncüler Elçiler ve Kitaplar olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır... Kitaplar birer yol gösterici ve öğüt, elçiler ise birer örnektirler; bize düşen ise onları örnek alarak doğruya yönelmektir... Bir ilkokul öğrencisinin, yüksekokul öğrencisinin derslerine uzak kalması gibi akıl da Elçilerin ve Kitapların getirdiği vahye bazan uzak kalabilmektedir; bu durum vahyin yanlışlığından değil aklın yetersizliğindendir...

Allah bizi kulluk edelim, kendisini bilelim ve sonsuzluğa ulaşalım diye yarattı... Evet, insandan istenen kulluk etmesidir ve bu noktada ona en doğru yol gösterilmiştir... İnsanın kulluk etmemesi için hiçbir neden yoktur; donatıldığı bunca özellik nedeniyle Yaratan’ına şükretmesi gerekmez mi? Akıl imana, iman şükre, şükür ise ibadete götürür; evet, akıl imanı, iman şükrü, şükür de ibadeti gerektirir... Ve hiç kuşkusuz ki ibadet edilecek tek varlık Allah’tır... Bu nokta Kuran-ı Kerim’de çok güzel anlatılmaktadır;

« İşte Rabbiniz, Allah budur. O'ndan başka tanrı yoktur, her şeyin yaratanıdır. Öyleyse O'na kulluk edin; O herşeye de vekildir. » Enam, 102

« Geceyle gündüz, güneş ile ay Allah'ın varlığının belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin. » Fussilet, 37

Evet, insan Allah’ın yarattıklarına değil, onları yaratana kulluk etmelidir... Güneş, Ay, yıldızlar, akıl, vicdan, madde, put, hayvanlar, doğa, insan; bunlar hep Allah’ın yarattığı varlıklardır... Evrende sorumlu tutulmuş olan bilinçli madde insan ve bilinçli enerji de diyebileceğimiz cin dışında Allah’a kulluk etmekten çekinen, O’nun buyruğuna karşı gelen varlık yoktur... Ki, karnımız yemek istediği gibi, ruhumuz da kulluk yapmak ister; ruhun gıdası ise iman ve kulluktur...

Kimi insanlar Allah’a kul olmayı kendilerine yediremeyip büyüklük taslarlar, oysa böyle bir davranış bütünüyle nankörlüktür, utanılacak bir durumdur... İnsan kendisini yaratan varlığın kendisini yaratış nedenine bağlı olarak sorumluluğunun bilincinde davranmayacak da nankörlük edecek, sonra da bu davranışıyla övünecek! Böyle birisi gerçekten acınacak bir yapıdadır... Evet, « Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? » (Yasin, 22)

Unutmayalım ki, hepimiz birer kuluz... Bireyi yaratan Allah olduğuna göre birey Allah’ın kulu olacaktır... Kimileri “Tanrı’ya bile kul olma” diyerek en azından kendi yetersiz aklına kul olmaktadır... Bunun ister farkında olsun isterse olmasın herkes birer kuldur; bu yüzden kime kulluk edeceğimizi doğru seçmeliyiz... Peki kulluk yapmamız gerekiyor mu?

Evet, gerekiyor... Bizi bütünüyle özel olarak yaratan yüce Allah’a yönelmemek en büyük düşüncesizliktir... Herkesin sesi, yüzü ve parmak izi birbirinden farklıdır, dolayısı ile özeldir... Bireye bu özelliği veren ise ancak yüce Allah’tır... Allah bize değer verip özel tutar da biz ne diye O’nun yoluna uymayız? Bunun için geçerli bir neden olabilir mi? Allah bizden gücümüzün yetmeyeceğini mi istiyor? Bize kötüyü, yanlışı, çirkini, yaratılışımıza uygun olmayanı mı gösteriyor, yoksa iyiyi, güzeli, doğruyu ve yaratılışımıza uygun olanı mı? Öyleyse ne diye O’na kulluk etmeyelim?..

Hemen belirtmek gerekir ki kulluk, Allah’ın buyruklarına uymak ve O’nun yasakladıklarından sakınmak olup bizler Allah’ın en çok değer verdiği varlıklarız... Öyle ki yüce Allah “kul hakkı” denen bir kavramı bizlere sunmuştur... Herkes bir kul olduğu için kul olarak hakkı vardır ve bu hak en kutsal hakların başında gelir... Böyle bir düzende kul olan birey nasıl küçümsenmiş olur? Hangi düzen böyle bir hak kavramıyla ortaya çıkmıştır ya da çıkabilecektir? İslam’da kulun hakkını ancak kul bağışlayabilir...

Evet, Allah’ın bağışlamasını kula bıraktığı ve böylece kullarına verdiği değerin büyüklüğünü gösteren bir hak kul hakkı... Bu durum kul hakkını hiçe sayanların Allah’ın mülküne saldırdığını belleklere kazıyarak onları sorumluluklarının bilincinde olmaya iter... Yaptığının kesinlikle yanına kalmayacağını belirtir...

Bireye bir başkasının zarar vermesi gibi kendisinin zarar vermesi de yasaklanmıştır, bir kişiyi öldürmek bütün insanları öldürmek gibi sayılmıştır; bu da Allah’ın kullarına verdiği değeri açıkça göstermektedir... Özgürlük diye diye hayvanlaşmaya doğru gidenlerin “özgürlük” ve “birey” anlayışı nerede, bu eşsiz uygulama nerede?! İnsanı basitleştiren, küçülten, amacından alıkoyan, konumundan alaşağı eden davranışlar özgürlük müdür?..

Allah kullarına böylesine değer verirken onların Allah’a yönelmemeleri kendileri için üzünülmesi gereken bir durumdur... Bireye kul olduğunu söyleyip gücünün yettiğini ondan istemenin neresi yanlıştır? Akılsız oldukları halde bedenimizdeki organlar sorumluluklarını, daha doğrusu görevlerini eksiksiz bir biçimde, şaşırmadan yerine getiriyorlar...

Biz akıllı olduğumuz halde onlar kadar başarılı ve seçici değiliz... Bedenimize de bu kusursuz yapıyı bağışlayan yüce Allah’tır... Evet, bedenimiz Allah’ın yasalarına bağlı olarak görevini yerine getiriyor; bir de düşüncesizliğimiz olmasa!..

“Ben kul olmam” diyeni kendi bedeni yalanlarken biz ne diye kulluk görevimizden, bu yüce sorumluluğumuzdan, yaratılış amacımızdan kaçalım? Çok güvendiğimiz aklımız ve vicdanımız, duygusallıktan uzak, nesnel bir yaklaşımla olaya baktığında böyle bir davranışı onaylar mı? Yaratılışımızdan gelen inanç olgusuna nasıl çözüm getireceğiz? Gerçeklerden kaçarak mı, onları yalanlayarak mı, yoksa onlara yönelerek mi?.. Evet, herkes sorumluluğunun bilincinde olmalıdır, gerçeğe ulaşmanın tek yolu budur...

Son olarak şunu belirteyim; Allah bizleri bu dünyaya temiz olarak gönderdi, ona temiz olarak dönelim!.. Hem kendimizi bozup kirleterek, hem de bilgiçlik taslayarak kimseyi kandıramayız... Unutmayalım ki, Allah güzeldir ve güzel olanı sever... Bizler için seçtiği en güzel yol İslam olduğu gibi en güzel davranış biçimi de kulluktur; kulluk ise inançsızların saptırdığı gibi belirli kalıplarla ibadet etmek yani bir yatıp kalkmak işi değil Allah’ın buyruklarına uymak ve O’nun yasakladıklarından uzak durmaktır; yani nimete karşı şükretmektir, bize verilenleri yerli yerince, gereğince kullanmaktır...

Kulluğa Kimin Gereksinimi Var?

En güzel şey karşılıksız kerem ve ihsanda bulunmaktır. Bunu anlayamayan kimseler, bazı gerçekleri kendi bozuk terazilerinde tartmakta ve gerçeğe ters sonuçlar çıkarmaktadırlar. Bunlardan bir kısmı “Allah'ın (haşa) ne ihtiyacı var ki, -kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için- bu evreni yaratsın ve bize kulluğu emretsin?” şeklinde soru sormaktadırlar.

Bu kimseler bu soruyu sorarken, zahmet edip çevrelerinde bulunan yaratıklara bir baksalar, sorularının yanıtını alacaklardır. Örneğin, güneş insanlara ışık vermekle beraber, insanlardan karşılık olarak ne beklemektedir? Yer küresi insanları sırtında gezdirmekle onlardan nasıl bir yardım ümit etmektedir? Veya limon ağacı, kendisinin hiç ihtiyacı olmadığı halde C vitaminiyle yüklü limonları verirken, bu iyiliğin karşılığında insanlardan neyi istemektedir? Örnekler çoğaltılabilir...

İşte, insanların emrinde bulunan yaratıklar bile insanın hiç bir şeyine muhtaç değilken, tersine insan onlara muhtaç iken, bir insan hangi akılla herşeyi yaratan Allah hakkında o soruyu sorabiliyor?

Bir doktor, lütuf ve merhametiyle fakir kimseleri bedava tedavi etse, “Bu doktorun ne ihtiyacı var ki böyle yapıyor?” denilmez; denilse divanece bir soru olur. Zira, doktor zaten ihtiyacı olmadığı için bu iyiliği yapıyor. Veya bir doktorun verdiği ilacı içen bir adam “Doktorun ne ihtiyacı var ki, bu ilacı bana içiriyor?” şeklinde bir soru soramaz.

İşte Allahü Teala da bu evreni lütfuyla bize hizmetkar yaptığı gibi, ibadeti de yine lütfuyla bizlere emrediyor, ta ki onlarla sonsuz mutluluğa kavuşalım.

Örneğin; ana karnındaki bir çocuğu bilinçli varsayınız. O çocuk, gözüyle o alemde bir şey göremediği için, “Yahu şu gözler bana niçin takılmış?” diye itirazda bulunacaktır.

Ona, “Bu gözler sana başka bir dünyada gerekecek. Oraya gittiğin zaman bu gözlerle yer ve gökteki harika sanatları gözleyeceksin” denilse, “ben görmediğim şeye inanmam” diye bu gerçeğin karşısına çıkacaktır. Daha sonra itirazlarına devamla, burnunun neye yaradığını ve ne için yüzünde kalabalık ettiğini soracak ve kendisine bu aletle başka bir alemde güzel kokular alacağı söylendiğinde bu gerçeği de inkara gidecektir. Aynı şekilde kollarının kalabalık ettiğinden, ayaklarının gereksizliğinden bahisle sadece göbeğinden beslenmesine bakarak, ağzını bile gereksiz bulacaktır.

İşte, Yüce Allah, ana rahminde rahmetiyle bizim elimizden tutmuş, bizi kendi fikrimizle başbaşa bırakmamış ve bu dünyada gerekecek bütün organları takarak bizleri bu dünyaya göndermiştir... O bu dünyada bizi bir sınamaya tutmuş ve bu alemden sonra gideceğimiz ahiret aleminden hakkıyla yararlanabilmek için nasıl hareket etmemiz gerektiğini Hz.Muhammed “sav” ve Kuran-ı Kerim'iyle bizlere bildirmiştir.

Bu sınavda, anasının karnındaki çocuğun düştüğü aptallığa düşmeyip; namaza, oruca, zekata ve benzeri emir-yasaklara uyduğumuzda, ahirette bu ibadetlerimizden sonsuza kadar yararlanacağız. Tersi durumunda, bu dünyaya gözsüz, elsiz, ayaksız, ağızsız, kulaksız... gelen bir çocuk gibi ahirete gittiğimizde, Cennette bize hayat hakkı tanınmayacağı açıktır...

Bu durumda akıllı bir insanın yapacağı iş, buraya kadar olan yolculuğunu Allah'ın bağışıyla sürdürdüğünü göze alıp, ölümden sonraki yolculuğunda da bağışlarıyla karşılaşmak için O'nun emirlerine uymak ve yasaklarından titizlikle kaçınmak olacaktır. (Zafer Dergisi)

Kul Hakkı Nedir?

Günümüzde insan haklarından çokça söz edilir. Ama bu sözler her nedense uygulamaya bir türlü konulamaz. Sadece beyannamelerde, bildirilerde, makalelerde mahpus kalır.

“İnsan hakları” tabiri aslında caydırıcı bir ifade değil. Hak ve hukukun korunması sadece insanoğlunun insafına ve vicdanına bırakılmış. Belli bir müeyyidesi yok. En kötü ihtimalle bir “kınama” cezası alıyorsunuz ve yaptığınız yanınıza kar kalıyor.

Ama, “kul hakkı” ifadesi böyle değil. Bu ifadeyle insanın başıboş bir varlık olmadığı, Allah'ın kulu, O'nun mülkü, O'nun mahluku olduğu zihinlerde iyice tesbit edilir ve nefisler, 'kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı' tehdidiyle karşı karşıya kalır.

Gel gör ki, bugünün madde, menfaat ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kul olduğunu unutanlar, haliyle kul hakkını da hatırlamaz oldular. Kul hakkının bu ilk basamağında tökezleyenler insaf, merhamet, adalet duygularını da kaybettiler.

“Ben kulum” diyen insan, bunun gereğini yerine getirecektir. “Ben falan devletin raiyetiyim (vatandaşıyım)” dediniz mi, sizden o beldenin bütün kanunlarına harfiyen uymanız istenir...

Allah'ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman...

Kul, kendisini yoktan vareden Rabbine imanla mükellef (sorumlu). Bunu “tevhid” takib ediyor. Allah'ı bir bilmek de kul üzerinde İlahi bir hak. Nitekim, Allah'a şirk (ortak) koşmak affa girmiyor (Bakınız: Nisa Suresi, 48.Ayet).

Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir. Yani, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih (uzak tutma), bütün medih ve senanın (övgülerin) ancak O'na layık olduğunu ilan ve O'nun sonsuz kemalinin, kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek.

İlahi san'at ve hikmetleri tefekkür etmek (düşünmek), nimetleri şükürle karşılamak da hukukullah cümlesinden.

Salih Amelin Ölçüsü

İmanı salih amel takib ediyor. Salih amel, kulun kendi iradesiyle tercih edip işlediği bütün güzellikler.

Yaptığımız ticaret dürüst ise salihtir. Ettiğimiz ibadet ihlaslı (içten) ise salihtir. Gördüğümüz eşyayı, İlahi birer eser olarak tefekkür edebiliyorsak bakışımız salihtir. Dinlediğimiz sözler, düşündüğümüz fikirler, kurduğumuz hayaller, sevdiğimiz mahbuplar (sevgililer) meşru (yasal) ise, helal dairesi içinde ve rıza çizgisinde ise salihtir.

Bunlar içerisinde, “maddi ve manevi hukuk-u ibada tecavüz etmemek” çok önemli olmalı ki, salih amelin tarif cümlesine dahil olmuş.

Hukuk-u ibad, yani “kul hakkı” geniş bir mefhum (kavram) Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddi hukuk, kalb ve ruhuna verilen zararlar ise manevi hukuk olarak değerlendirilmeli...

Hakkın Büyüğü Küçüğü Olur Mu?

Allah'ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O'nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli (öldürülmesi) ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur. (Bakınız: Maide, 32)

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah'ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah'ın bir kuluna zulmedersem O'nun kahrına hedef olurum” diye düşünemiyor.

Aslında bu hakikat, “herkesçe kolay anlaşılabilmeli” diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorsak kendisini de diğer insanları da Allah'ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya (tartışmaya) döküldü de nefis kalbe, hissiyat akla hakim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, ahiret unutuluyor. İşte bu unutmanın kula pahalıya mal olması için İlahi ikazlar geliyor.

Çiğnenen Haklar Nasıl Ödenecek?

Bu Rahmani ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü (a.s.m) de ümmetini defalarca ve değişik şekillerde uyarmıştır...

Allah yolunda canını veren bir mü'min bunun büyük mükafatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenab-ı Hak kula bırakmış.

Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir mü'minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

Mesela, gıybet eden (kişileri çekiştiren, arkadan konuşan) bir insan gıybet ettiği kimseden helallik almadıkça bu cürmün ağır cezasından kendini kurtaramaz.

Kulun Hakkını Allah Koruyor

Kuran-ı Hakim'de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetlerden sonra, “işte bu Allah'ın hudududur (koyduğu sınırdır), ona tecavüz etmeyin (onu aşmayın)” mealindeki (anlamındaki) İlahi ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah'ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek (sığınacak), kimden yardım dileyecektir.

İnsan, Allah'ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlahi azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.

Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza niye kasdedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harab etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah'ın mahlukatında O'nun rızası dışında tasarrufa kalkmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlal. Demek ki aynı fiil (eylem) ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.

Allah bütün mülkün maliki. Her varlığına müstakil (özel) bir şahsiyet lutfetmiş. Bir insana zarar vermek, onun nefsine baktığı cihetle kul hakkına tecavüz, Allah'ın eseri olması cihetiyle de hukukullaha riayetsizlik.

Bir kalbi kırmak, yahut bir dalı koparmak da öyle.

Allah'a kulluk yapmayan bir insan kendi nefsini cehenneme atması sebebiyle kul hakkına da en büyük bir tecavüzü yapmış oluyor.

Cenab-ı Hakk'ın, asi insanları birçok ayet-i kerimesinde “zalim” olarak vasıflandırmasındaki ince sırrı yakalamak mümkün.

Kul hakkı içerisinde en büyük pay bizzat insanın nefsine düşüyor. Çünkü her hareketi, her sözü, her hali o nefse ya fayda yahut zarar veriyor. Dolayısıyle, zulmün en büyüğünü, asi insan bizzat kendi nefsine yapmış oluyor.

Bazılarıyla karşılaşırsınız; “Benim Allah'ın hiçbir kuluna bir zararım dokunmamıştır” diye övünür ve ilave eder; “Günah işliyorsam onun sorumluluğu bana ait”

Bu zavallılar kendilerinin de Allah'ın kulu olduklarından gafildirler...

Kuran-ı Kerim'den ibretli bir işaretle bahse son verelim:

En'am Suresi’nde, “ölü etinin”, “dökülen kanın”, “hınzır (domuz) etinin” ve “Allah'tan gayrısının (başkasının) ismiyle kesilen hayvan etinin” haram olduğu zikredildikten sonra “bunlarda da her kim muzdar olursa ve diğer bir muzdara tecavüz etmediği ve zaruret miktarını aşmadığı takdirde hiç şüphe yok ki, Allah Gafur ve Rahim'dir” buyurulur.

Müfessirlerimiz ayetteki bir inceliğe dikkatimizi çekerler; zaruret halinde bulunan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir insanın, sözü edilen murdar gıdalardan ölmeyecek kadar yemesine müsade edilirken, enteresan bir şart daha ileri sürüyor: Diğer bir muzdara tecavüz etmemek; onun o murdar gıdadan faydalanmasına engel olmamak.

Bu şart, Cenab-ı Hakk'ın kul hakkına verdiği azim (büyük) ehemmiyetin en berrak bir göstergesidir. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

Düşünce Pınarı

“Önce kulum, çünkü ilk görevim varlığımın borcunu ödemek. Sonra bireyim, Allah'tan başka kimseye boyun eğmemek için” Mustafa Güçlü

“Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir” İmam Şibli

“Hiç bekletilmemesi gereken birşey varsa, o da Allah'a olan kulluk borcumuzdur” Andre Gide

“Herkes seçtiği yolda yürür; kendi sonuna ya da kendi sonsuzluğuna doğru...” Sedat Turan

“Şükür, Allah'ın nimetlerini ona karşı günah işlemeye sarfetmemektir” Cüneyd-i Bağdadi

“Seni unutmayanı unutma” Abdülkadir Geylani

“Rabbinin sana ihsanı nerede, senin ona ettiğin kulluk nerede?” Ataullah İskenderi

“Allah'ı sevmek O'nun emirlerini tutmakla olur...” Emine Şenlikoğlu

“İnanıyorum” diyoruz. Acaba, günümüzün ne kadarını “inandığımızı yaşayarak” geçiriyoruz?.. Ali Suad

“İbadet” diyorum, “sonra” diyorsun, ey nefsim, yarınla randevun mu var?.. Ömer Sevinçgül

“Şükretmek surat ekşitmekse, sirkeden çok şükreden yok” Mevlana

“Ya Rabbi, sana hamdedebildiğim için de hamdederim..” Necip Fazıl Kısakürek

“Amaçsız bir yaşamın, anlamsız bir sözcükten ne farkı var?” Ali Suad

“İnsan ne için yaşıyorsa onun büyüklüğü ve önemi kadar yükselir” Walpoole

“İnanca hayat veren eylemdir” Osman Bayraktar

“Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir” Hz.Ebubekir

“Yaşamı yitirmekten daha acı birşey vardır; yaşamın anlamını yitirmek!” Burhan Toprak

“Hayatını yaşayan” hayat hakkını kullanmıştır!.. Ali Suad

“Sonsuz da olsa O'nsuz hayat hiçtir” Akif Cemil

“İslam'a davet hayattan uzaklaşmaya değil, hayatı yaşanır hale getirme davetidir” Ahmed Selim

“İki türlü hürriyet vardır: yalancı hürriyet, bir insan istediği herşeyi yapabilir; ve gerçek hürriyet, bir insan ancak yapması gerekeni yapar” Kinsley

“Ruhun da vücut gibi ihtiyaçları vardır” Rousseau

“İman bir hükümdür, inkar ise hükümden kaçınmaktır. İman edenler delile dayanır, inkar edenler ise delillere karşı gözünü kapar” Ümit Şimşek

“İlimler Allah’ın yaratışının ifadeleridir” Prof.Abdüsselam

“Yarasa güneşten hoşlanmadı diye, güneş kıymetini kaybetmez” Sadi

“Derin düşündüğünüzde, ilimler sizi Allah’ın varlığını kabule mecbur edecektir” Lord Cliffen

“İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder... İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir” Bediüzzaman

“Özgürüm, diyenler zevklerinin kölesi olmuş...” Hekimoğlu İsmail

“Dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır” Nureddin Pala

“Suç müslümanlıkta değil, bizim müslümanlığımızdadır” M. İkbal

“İleriyi görme yarışında inanan hep öndedir...” Ali Suad

“Tek kelime ile İslam bağımsızlıktır. Yine İslam, yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtlayan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır” Seyyid Kutub

“Fikir ona derler ki, bir yol açsın; Yol ona derler ki, bir gerçeğe ulaşsın” Hz.Mevlana

“İki cihanın güneşi olmasaydı; insanları aydınlatmaya yıldızlar yetmezdi” Ali Suad

Elçilerin Temel Özellikleri ve Görevleri

Elçiler insanın yaratılıştan gelen dini duygularına çözüm bulmasında aracılık eden insanlardır... Bütün davranışlarıyla insanlar için en güzel örnektirler... İnsanlara neden yaratıldıkları, nereden gelip nereye gidecekleri, neyin doğru neyin yanlış olduğu gibi karşılaşabileceği bütün sorunların çözümünü sunarlar... Eğer onlar olmasaydı insanlar doğru yolu tek başına bulamazlar, bugünkü gelişmişlik düzeyine de ulaşamaz, büyük olasılıklı oldukları yerde sayarlardı...

Elçilerin gönderilme nedeni insanlara doğru yolu göstermeleri ve bu konuda örnek olmalarıdır... Bir toplum kendisini bozmadıkça, açıkçası bir Elçiye gereksinim olmadıkça Allah toplumlara Elçi göndermemiştir... Toplumların doğru yoldan sapmaları üzerine ise ortaya çıkan gereksinimi karşılamak üzere Elçileri göndermiş ve insanları sorumlu tutmuştur...

Biz de Elçilerin ve Kitapların varlığını işiten bireyler olduğumuz için sorumlu durumdayız; aklımızı kullanıp en doğruya ulaşma sorumluluğumuz vardır... Gerçeklerden kaçmak ise hiçbir zaman çözüm değildir...

Elçiler yol göstericilik görevini üstlendikleri için her noktada diğer insanlardan ileri ve meleklerle iletişim kurabilecek kadar saf olmalıdırlar... Bunun dışında en belirgin özellikleri ise şunlardır; Elçiler bütün sözlerinde ve işlerinde doğru ve dürüst kişilerdir. Hiçbir zaman yalan söylemezler, ne söylemişlerse doğrudur... Onlar Elçi olmadan önce de, sonra da her açıdan güvenilir kimselerdir, büyük ya da küçük hiç günah işlemezler... Kısacası onlar, her yönden örnek ve önder insanlardır...

Elçiler Allah'tan aldıklarını olduğu gibi diğer insanlara iletirler; kendilerinin bunlara ekleme yapması veya çıkarımda bulunması söz konusu olamaz... Elçileri seçen Allah'tır ve kuşkusuz bu seçim doğru olacaktır... Bundan dolayı onların görevden alınması düşünülemez... Yine elçilik çalışmakla kazanılan bir nitelik değildir... Doğrudan Allah'ın seçmesi ile olur ve bu görev ona en layık olan kişiye verilir...

Kitapların Temel Özellikleri ve İşlevleri

Kitaplar da Elçiler gibi insanlara doğru yolu gösterirler... İslam inancında Elçilere toplam 100 sahife (kitapçık) ve 4 kitap gönderildiği görüşü yaygındır... Elçilerin bir bölümü yeni bir kitap ve şeriat ile görevlendirildiği gibi, bir bölümü de önceki kitaba ve yasalara göre davranmakla yükümlü tutulmuştur...

Kitaplar doğrudan Allah kelamı oldukları için bütün çağlara seslenirler ve insanlar için yol göstericilik görevlerini sürdürürler... Dört kitap ve gönderildikleri elçiler şunlardır; Tevrat Hz.Musa'ya, Zebur Hz.Davud'a, İncil Hz.İsa'ya, Kuran Hz.Muhammed'e “sav” indirilmiştir...

Bunlardan Kuran dışındakiler bozulmaya uğradıkları için güvenilir değillerdir ve yol göstericilik özelliğini yitirmişlerdir... Bunun nedeni ise onlara insan elinin bulaşmasıdır... Allah önceki kitapları gönderildiği toplumun bilginlerine emanet etmiş, onlar emanete sadık kaldıkları sürece de kitap işlevini yerine getirmiştir...

Çok üzücüdür ki adı geçen bilginler bu konuda yeterince titiz davranmamış ve tahrifat gerçekleşmiştir... Kuran ise bütün insanlığa seslendiği ve son kitap olduğu için doğrudan Allah'ın koruması altındadır;

« Doğrusu Kuran'ı Biz indirdik. Kuşkusuz, onun koruyucusu da Biziz. » Hicr, 9

Kuran'a geçmeden önce Tevrat, Zebur ve İncil hakkında birkaç açıklama yapmak istiyorum, böylece okuyucu söylenenlerin yerli yerinde olduğunu görecek ve adı geçen kitapların Kuran'la kıyaslanamayacağını kavrayabilecektir...

Günümüzdeki Kitabı Mukaddes katıksız Allah kelamı değildir; yüzyılların birikimi sonucunda birçok değişikliklere uğramıştır... Barındırdığı kitapların tarihsel gelişimi üzerinde durmak bence gereksizdir... Allah kelamı çelişki barındıramayacağına göre değişikliğe uğramış bu kitaplarda yer alan tek bir çelişkiyi göstermek bile gerçeğe ulaşmak için yeterlidir... Ben bu noktada yaklaşık 25 tutarsızlığı yazmak istiyorum, ancak çelişkilerin bunlarla sınırlı olduğu sanılmamalıdır... Bununla birlikte bu kitaplar vahiy barındırdıkları için saygısızca davranışlara da yönelinilmemelidir...

Unutulmaması gereken şudur ki yanlış veya çelişkili olan Hz.Musa, İsa, Davud veya diğer elçilerin getirdiği çağrı değil bu çağrıyı sonradan yozlaştıranların ortaya koyduğu şeylerdir, yoksa bütün elçiler aynı dini yani hak din olan İslam’ı uygulamadaki küçük farklılıklar dışında kendi toplumlarına tebliğ etmişlerdir... Yani biz müslümanlar Hz.Muhammed’e ve Kuran’a inandığımız gibi diğer elçilere ve kitaplara da hak biçimiyle inanırız ve bu inanç bizim iman esaslarımızdan birisidir...

Maalesef diğer din sahipleri ortak paydada buluşmak yerine, hiçbir biçimde yalanlayamayacakları, kendi elçilerinde olup da Hz.Muhammed’de olmayan bir elçilik özelliği gösteremedikleri halde sürekli inancımızın elçisine ve kitabına hakaret edegelmişlerdir; oysa müslümanların diğer dinlere olan eleştirilerinin en hafifinde bile ne Hz.İsa’ya, ne Hz.Musa’ya, ne kutsal kitaplarına vb. hakaret edilmiş değil, tersine büyük bir saygı gösterilmiştir...

Yine bunun en açık bir kanıtı olarak müslümanlar diğer elçilere doğrudan adlarıyla değil onları yücelten “Hazreti”, “aleyhisselam=selam üzerine olsun” gibi sıfatlarla seslenirler... Yani hiçbir müslüman onların sandığı gibi -onlar açısından- kafir değildir; her müslüman önceki elçilere ve kitaplara inanır ancak son elçi olarak Hz.Muhammed ve vahiy olarak da Kuran-ı Kerim’e de inanırlar ki en doğrusu da budur...

Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki Kilise’nin aslında hıristiyanlığın özüne de aykırı yanlış tutumu nedeniyle batıda dine karşı yoğun bir saldırı olmuştur ve bu durum ifrat noktasına vardırılarak bütün dinler birbirinin aynı gibi değerlendirilmiş ve bu bağlamda İslam’a da din olması nedeniyle diğer dinler gibi muamele edilip aynı kategoriye sokulmuştur, oysa gerçekte İslam hak din olduğundan her tür eksiklikten uzaktır ve hiçbir başka inanca eşit değildir...

Kitabı Mukaddes'teki Tutarsızlıklardan “Birkaç” Örnek

1. “Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu” (Tekvin, 6:6) Oysa O'nun pişman olmayacağı aynı kitapta yazılıdır (I. Samuel, 15:11, 29)

2. “Ve İbrahim o yerin adını Yehova-yire (Rab tedarik edecek) koydu;...” (Tekvin, 22:14) Oysa Hz.Musa'ya, daha önce kendisini “Yehova” olarak tanıtmadığını söylediği yazılıdır (Çıkış, 6:2-3)

3. “... ve yedinci günde rahat etti, ve dinlendi” (Çıkı_, 31:17) Bu Yüce Allah'a büyük bir iftiradır... Kuşkusuz O yorulmaz ve dinlenme gereği duymaz, Kuran-ı Kerim de onların bu tür bütün yanlış inanç ve iftiralarını düzeltmiştir...

4. Tekvin 32:28 ve Hoşea 12:3'de (haşa) Hz.Yakub'un Allah'la güreşip O'nu yendiği yazmaktadır...

5. İncillerde Oniki Havari'nin adları bile farklı farklı yazılmıştır (Bak; Matta 10, Luka 6, Markos 3, Yuhanna 21)

6. Matta İncili'ne göre Hz.İsa Mısır'a gitmişken, Luka İncili'ne göre böyle bir yolculuk kesinlikle olmamıştır (Bak; Matta 2:14; Luka 2:39)

7. Tekvin 1:11 ve sonrasında, bitkilerin insandan önce yaratıldığı söylenirken, 2:5-9'da önce insanın yaratıldıgı, o zaman yeryüzünde hiçbir bitkinin bulunmadığı, bitkilerin sonradan yaratıldığı yazılıdır; diğer anlatılanlar da kesinlikle bilimsel değildir...

8. İkinci Tarihler 36:5'de “Yehoyakim melik olduğu zaman 25 yaşında idi ve Yeruşalim'de on bir sene meliklik etti” diye yazılıdır; oysa, İkinci Melikler 24:8'de “Yehoyakin melik olduğu zaman 18 yaşında idi” biçiminde aktarılmaktadır...

9. Eldeki Tevrat'a göre Hz.Musa babasının ölümünden “en az” 80 yıl sonra doğmuştur; buna kim inanır? ( 430 yıl # 350 (133+137+80) yıl, bakınız; Çıkış, 6:18-20, 7:7, 12:40 )

10. Matta 1:17'ye göre Hz.İbrahim'den Yusuf'a kadar Hz.İsa'nın dedelerinin sayısı 42 batındır. Oysa yazılı adları saydığımızda toplam 40 kişi çıkmaktadır...

11. “Ve Pedayanın oğulları: Zerubbabel, ve Şimei” (I.Tarihler, 3:19) Haggay 2:23'e göre (ki, Matta ile Luka da aynı görüştedir) Zerubbabel Şealtiel'in oğludur...

12. “...Yeremyanın sözleri buraya kadardır” (Yeremya, 51:64) Demek ki, (Son bölüm olan) 52. bölüm sonradan eklenmiştir, bu da Yeremya'nın tahrif edildiğini (Yeremya, 36:32) doğrulamaktadır...

13. “Zerubbabel Abiudun babası idi” (Matta, 1:13); “Zerubbabel oğlu Risa” (Luka, 3:27) Oysa I.Tarihler 3:19'a göre onun bu adları taşıyan oğlu yoktur; “Ve Zerubbabelin oğulları: Meşullam ve Hananya”

14. I.Kırallar, 16:5; “Ve Baaşanın işlerinin geri kalanı, ve yaptığı şeyleri ve onun gücü, İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

Kuşkusuz bu ayet ve ileriki ayetlerden anlaşılacağı üzere daha önce bunlar yazılıydı ancak sonradan değişikliğe uğramıştır; benzer biçimde Hz.Muhammed'i anlatan ayetlerin de büyük oranda ortadan kaldırıldığı düşünülebilir...

15. I.Kırallar, 16:4; “Ve Elanın işlerinin geri kalanı ve yaptığı her şey İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

16. I.Kırallar, 16:20; “Ve Zimrinin işlerinin geri kalanı, ve ettiği hainlik, İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

17. I.Kırallar, 16:27; “Ve Omrinin yaptığı işlerin geri kalanı, ve gösterdiği gücü İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

18. I.Kırallar, 22:39; “Ve Ahabın işlerinin geri kalanı, ve yaptığı her şey, ve fil dişi evi, ve yaptığı bütün şehirler, bunlar İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil midir?” Değildir...

19. II.Kırallar, 10:34; “Ve Yehunun işlerinin geri kalanı, ve yaptığı her şeyi, bütün gücü,onlar İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılı değil mi?” Değil...

20. “Ve Zekeryanın işlerinin geri kalanı, işte, onlar İsrail kırallarının Tarihler kitabında yazılıdır” (15:11) Hayır, yazılı değildir...

21. “Ve Yeremya Yoşiya için mersiye okudu; ...ve işte, onlar Mersiyelerde yazılıdır” (II.Tarihler, 35:25) Hayır, yazılı değildir...

22. Matta, 20:30; “Ve işte, yol kenarında oturan iki kör, İsanIn geçtiğini işitince: Ya Rab, bize merhamet eyle, sen, ey Davud oğlu! diye bağırdılar” Markos 10:46-52'ye göre orada iki değil tek kör varmış...

23. Markos, 8:12; “O da ruhunda derin ah edip dedi: Niçin bu nesil bir alamet istiyor? Doğrusu size derim: Bu nesle bir alamet verilmeyecekti”

Oysa Matta 16:4'e göre onlara Yunus'un alameti verilecektir ki, bu da Hz.İsa'nın öldükten 3 gün sonra dirilmesidir ve inciller bu konuda da kendi içlerinde olduğu gibi, birbirleriyle de çelişirler...

24. Ezra 2 ile Nehemya 7 arasında tam 55 (elli beş) farklılık bulunmaktadır... Yakın dönemlerde yazılan bu kitapların böylesine büyük bir değişime uğramış olması; hem güvenilirlikleri konusunda, hem de geçirdikleri değişiklikler konusunda örnek olması açısından oldukça önemlidir...

25. Luka'nın yazdığına inanılan Luka İncili'ne göre Hz.İsa “as”, dirilişinden (!) “1 gün” sonra göğe yükselmişken, Resullerin İşleri kitabında bu olayın “40 gün” sonra gerçekleştiği yazılıdır (Bakınız; Resullerin İşleri, 1:3; Luka, 24:51)

Hz.Muhammed “sav” İle İlgili Bir Önbildirim

Bunca değişikliğe uğramış olmasına karşın Kitabı Mukaddes’te Hz.Muhammed’e ilişkin verilere rastlanabilmektedir... Ben bunlardan yalnızca birisi üzerinde kısaca duracağım, eğer Kitabı Mukaddes bağlıları inançlarında samimi iseler Hz.Muhammed’in elçiliğine inanacaklardır... Yok içten değillerse bu onların sorunudur... Kişilerin, benimsedikleri inançlardan, yanlış olsalar bile ayrılmaları oldukça güçtür; bu yüzden, onların, yazdıklarımı iyice gözden geçirerek doğruya yönelmelerini diliyorum...

* Hz.Musa “as” ile Hz.Muhammed “sav” *

“Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir elçi çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım, ve emredeceğim her şeyi onlara söyliyecek” (Tesniye, 18:18)

* Hz.Muhammed, Hz.Musa “as” gibi yeni bir şeriat ile gelmiştir...

* Hz.Muhammed, kendi sözlerini karıştırmadan “Allah Kelamı” olan Kuran-ı Kerim’i insanlara ulaştırmıştır...

* Hz.Muhammed, İsrailoğullarının “kardeşleri olan” İsmailoğulları’ndandır ve İsmailoğulları içinde elçilik söyleminde bulunan, dahası bunu ispatlayan tek kişidir...

* Sözü edilen kişi Hz.İsa “as” değildir; kendisinin özellikleri ile adı geçen elçinin özellikleri bütünüyle farklıdır...

Burada karşı çıkılabilecek tek konu “kardeşleri” sözcüğü ile İsmailoğulları’ndan sözedildiği savıdır... Bakalım bu doğru mu?

“...Kardeşlerine efendi ol, ...” Tekvin, 27:29

“...Esava dedi: İşte, onu sana efendi ettim, ve bütün kardeşlerini ona kul olarak verdim” Tekvin, 27:37

“Seirde oturan kardeşleriniz Esav oğullarının sınırını geçeceksiniz” Tesniye, 2:4

Anlaşılacağı üzere; Hz.Yakub’un (İsrail) oğulları ile Esav oğulları birbirinin kardeşleri sayılmaktadır...

Benzer biçimde İbraniler ile İsrail oğulları da kardeştirler; “Eğer kardeşin, İbrani bir erkek, yahut ibrani bir kadın...” Tesniye, 15:12

Daha da önemlisi Hz.İbrahim ile Hz.Lut arasında kurulan bağdır... Hz.İbrahim, Hz.Lut’un amcasıdır fakat Tevrat onlardan “kardeş” olarak sözetmektedir;

“...Terah Abramın (Hz.İbrahim’in), Nahorun ve Haranın babası oldu; ve Haran Lut’un babası oldu” Tekvin, 11:27

“Abram Luta dedi: Rica ederim, benimle senin aranda ve benim çobanlarımla senin çobanların arasında çekişme olmasın; ÇÜNKÜ BİZ KARDEŞİZ” Tekvin, 13:8

Hz.İsmail de Hz.Yakub’un amcasıdır ve böylece kardeş sayılmaktadırlar; bu durumda Hz.Yakub’un soyundan olan Hz.Musa ile Hz.İsmail’in soyundan olan Hz.Muhammed kardeş toplulukların bireyleridirler ve Hz.Musa, Hz.Muhammed’in geleceğini kendi toplumuna bildirmiştir...

Hz.Muhammed’in de diğer elçilerden “kardeşim” biçiminde sözettiği bilinen bir gerçektir... Öte yandan, Yuhanna İncili’nin I. bölümünde, 21. ve 24. ayetlerde “O Elçi” biçiminde adı geçen kişi de Hz.Muhammed’dir... (Kardeş sözcüğü için ayrıca bakınız: Tekvin, 25:18)

Kuran Hakkında

Şimdi de gönderilen son kitap olan Kuran-ı Kerim’i ve neden Allah kelamı (sözü) olarak nitelendirildiğini bir inceleyelim, eğer bu söylenen doğru ise Allah’ın Kitabı’na uymamak için hiçbir neden öne sürülemez... Daha önce Allah'ın varlığı, Elçi gönderip göndermeyeceği gibi konular incelenerek sonuca bağlanmıştı... Kuran’ın gerçekliğinin kanıtlanması hem İslam inancını, hem Hz.Muhammed’in elçiliğini, hem de Allah’ın varlığını kanıtlar...

Kuran; varlığın özeti... Eşsiz, kusursuz, yüce, değişmez, çağlarüstü bir kitap... O Allah’ın Kelamı, bizim için seçtiği yol gösterici, gerçeğin şaşmaz ölçüsü... Kuran için “varlığın özeti” dedim, evet bu çok doğru, varlığın özeti olan Kuran-ı Kerim konusunda ne kadar söz söylense az olduğu gibi “yaşayan Kuran” olan Hz.Muhammed’i bütün yönleriyle anlatabilmek de o kadar güçtür...

Benim de karşılaştığım öyle kimseler vardır ki, “son derece inkarcı olmalarına karşın” Hz.Muhammed’in samimiyetine inanırlar; onlara göre Hz.Muhammed kendi kendini olmayan bir gerçeğe inandırmıştı, bir başka deyişle kendi kendine vahiy indirmişti!.. Kuşkusuz o yüce elçi böyle bir eksiklikten uzaktır, Kuran-ı Kerim apaçık bir gerçektir fakat bu durum biz inananlara Onun doğruluğunu değişik bir boyutuyla gösterdiği gibi, inançsızların düşünce, daha doğrusu düşüncesizlik boyutunu da açıkça göstermektedir...

“Tarihçi bir İngiliz, Kainatın Efendisi hakkında “samimilikte, olduğu gibi olmakta, bir eşi gelmemiş insan” der de “Allah Resulü” diyemez. Allah’ın Resulü, memuriyetine öyle inanmıştı ki, bu inanışa öyle olmaktan başka çare yoktu. Öyle olmak ve öyle olduğuna inanmış bulunmak, birarada...” Necib Fazıl

Evet, hiç kuşkusuz ki o bir elçidir; bizden istenen ise Onun peşinden gitmemiz ve Allah’ın doğru yoluna girmemizdir... Ne diye girmeyelim? Daha iyisini kim sunabilmiş ya da sunabilecektir? Sakın kim olduğunuzu unutup büyüklük taslayarak gerçeklerden kaçma yanlışına düşmeyiniz... Kuran’ın mucize oluşunu ve ayrıca barındırdığı mucizelerden birkaçını sunmadan önce “mucize” kavramına bir açıklık getirmek yerinde olacaktır;

Mucize Nedir?

Elçiler, doğruluklarını gönderildikleri toplumlara anlatabilmek için, bir kanıt olmak üzere mucizelerle, görünür belgelerle donatılmışlardır, gösterdikleri mucizeler ile Allah’ın Elçisi olduklarını kanıtlamaktadırlar... Allah, onları doğrulamak için doğa yasalarını istediği biçimde değişikliğe uğratmakta ve insanlara gerçeği göstermektedir...

Mucize doğaüstü bir olay olduğundan bunları doğa yasalarıyla açıklamaya kalkmak gereksiz bir davranıştır... Sonuçları, sonucu ortaya koyabilme yeteneği bulunmayan çeşitli nedenler aracılığıyla yaratan yüce Allah, bu nedenler olmadan da yaratabilir...

Mucizeleri kavram olarak iç ve dış olmak üzere ikiye ayırabiliriz... İç mucizeler, elçilerin doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, yalan söylememek, üstün zeka gibi özellikleridir... Bu noktada herkesten üstündürler... Ve aklı olan herkes bu nitelikleri taşıyan kişilerin yalan söylemeyeceklerini bilerek onlara iman eder... İnanmak için ayrıca mucize aramazlar... Örneğin Hz. Ebu Bekir gibi birçok kişi, Hz.Muhammed’in bu tür üstün niteliklerine bakarak hiç kuşku duymadan iman etmişlerdir...

Dış mucizeler ise, önlerindeki apaçık gerçeği çeşitli nedenlerle kabul etmeyenleri doğruya yönlendirmek için gösterilen doğaüstü olaylardır; kişiler bu olaylara bakarak seçim haklarını kullanır ve müslüman olurlar... Kuran karşısında dönemin en büyük söz sanatkarlarının boyun eğmesi, Firavun’un büyücülerinin Hz.Musa’nın elçiliğini kabul etmeleri gibi...

Elçilerle ilgili mucizelerin Kuran’da anlatılmasının nedeni ise, hem Allah’ın gücünü göstermek, hem insanların ibret almalarını sağlamak, hem de insanlara örnek göstererek onları ilerlemeye teşvik etmektir... Örneğin Hz.İbrahim’in ateşte yanmaması, ateşte yanmayan giysilerin araştırılması için bir teşviktir ki, günümüzde bu tür maddeler bulunmuştur...

Evet, elçiler yalnız manevi alanda değil, maddi alanlarda da insanların öncüleridirler... Bu noktada mucizeler yalnızca onların elçiliğini kanıtlamakla kalmaz, insanlara maddi gelişimin son noktalarını da gösterirler; Hz.Davud’un demiri istediği gibi kullanabilmesi, Hz.Süleyman’ın rüzgara söz geçirmesi, hayvanlarla konuşması, çok uzaklardaki bir tahtı göz açıp kapayıncaya kadar getirtmesi, Hz.Musa’nın değneği ile su çıkarması, Hz.İsa’nın ölüleri diriltmesi ve hastalıkları iyileştirmesi hep insanlar için birer örnektirler...

Günümüzde demirin kullanılmadığı alan kalmamıştır, çok çeşitli hava araçlarıyla yolculuklar yapılabilmektedir, yerin derinliklerinden su ya da petrol gibi sıvılar çıkarılabilmektedir, yapay organlar ya da organ değiştirme ile yaşama olanakları artırılmaktadır, ses ya da görüntü aktarımı yapılabilmektedir... Evet, Kuran’da yer alan bütün bilgilerin, öğüt ve buyrukların belli bir amacı vardır, boşu boşuna içine konmuş değildir... Peki biz ders alabiliyor muyuz? İşte gerçek sorun budur... Yeniden Kuran'a dönersek, doğrudan Kuran'ın da bildirdiği üzere Hz.Muhammed'in en büyük mucizesi Kuran-ı Kerim'dir;

« “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım” »

« Kendilerine okunan bir Kitap'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır. » Ankebut, 50-51

Herşey Kuran'da Var Mı?

Birisi hoca efendiye sorar: Hocam, herşey Kuran'da var mı? Hoca efendi “Evet, herşey vardır” der. Ardından En'am 59'u okur; « Yaş ve kuru ne varsa herşey Kitab-ı Mübin'dedir. »

Bunun üzerine adam merakla sorar: Peki hocam, nasıl helva yapılır... O da Kuran'da var mı?

Hoca efendi: “Evet var” der; « Bilmiyorsanız bilgi sahiplerine sorun. » (16/43) ayeti sorunu halleder, bu ayete göre sen bir helvacıya git, ondan öğren...

Ayette yer alan “Kitab-ı Mübin” değişik biçimlerde açıklanmıştır. Bunlardan biri “Allah'ın ilmi” manasıdır. Olmuş ve olacak herşey elbette Allah'ın ilminde mevcuttur.

Bir başka manası “Kainat kitabıdır” Çünkü kainat kitabı yaş-kuru herşeyi içine almıştır. Örneğin insanlar yerçekiminden habersizken yerçekimi kanunu yine işliyordu. Suyun kaldırma kuvvetini bilmezlerken su yine kaldırıyordu. İnsanlar elektriği bulmadan önce evrende elektrik vardı. İnsanlar zamanla bunların farkına vardılar ve bu kanunlardan yararlanmaya çalıştılar.

Kitab-ı Mübin'in bir başka meşhur manası Kuran-ı Kerim'dir. Evet, Allah'ın ilminden gelen ve kainat kitabının manalarını ders veren Kuran-ı Kerim'de herşey vard1r. Fakat herkes herşeyi açık bir biçimde göremez.

Örneğin Neml, 38-40'da anlatılan Hz.Süleyman'ın Yemen'den Belkıs'ın tahtını, göz açıp kapatıncaya kadar kısa bir zamanda getirtmesi olayı bugün bile hala ulaşılamamış bir olaydır. Gerçi insanlar ses ve görüntüyü nakledebilmişlerdir. Fakat eşyanın naklini henüz gerçekleştirememişlerdir.

Bu konuda şu noktayı unutmamak gerek; Kuran tarih, coğrafya ya da fizik kitabı değildir. Kuran'da herşey değeri oranında ele alınmıştır. Kuran'da insanların dünya ve ahiret mutluluğu için temel esaslar zikredilmiştir. Helva tarifini de Kuran'da aramak Kuran'ın gönderiliş hikmetini bilmemektir.

Yaş - Kuru Herşey

Nasıl oluyor da bütün Kuran Fatiha Suresinde toplanabiliyor? sorusuna soruyla yanıt verelim: Nasıl oluyor da kocaman bir ağaç, bir çekirdekte toplanıyor?

Kuran'da ayrıntılarıyla açıklanan konuların Fatiha'da bulunduğu ortadadır; Kuran Allah'tan sözediyor, adlarını, niteliklerini öğretiyor ki, Fatiha da öyle.

Gök, yer ve aralarındaki her şeyden sözediyor; hepsi “alemin” de dahil!

Ahiretten sözediyor; “Yevmiddin” bunların çekirdeği. Kulluktan, duadan sözediyor; bunlar da Fatiha'da.

Allah'ın sevgili kullarından ve onların kıssalarından sözediyor; hepsi “sırat-ı müstakim”de.

Hak yoldan sapanları, küfre düşenleri anlatıyor; bunlar, “mağdub ve dallin”

Bir başka soru: Yaş-kuru her şey nasıl oluyor da Kuran’da bulunuyor? Yanıt yine bir soru: Denizler, karalar ve onlardaki herşey nasıl oluyor da bir dünya haritasına yerleşebiliyor?

Her meal bir harita, tefsirler büyük ölçekli. İlim arttıkça ölçek büyümekte, ayrıntıya girilmekte, incelikler görülmekte. Değil bütün Kuran, bir sure, bir ayet, hatta Cenab-ı Hakk'ın Kuran'da geçen, Rabbüssemavati velard (göklerin ve yerin Rabbi) adında bile bu gerçek rahatlıkla görülmüyor mu? Bu ismin tecelli sahası yaş ve kuru herşeyi içine almıyor mu? (Zafer Dergisi)

Kuran Mucizelerinden “Birkaç” Kesit

Kuran bizlere çok öncesinden bilimsel verileri ve benzeri gerçekleri sunmak bakımından eşsiz bir mucizedir... Bu yönüyle hem kendi mucizeliğini, hem de Hz.Muhammed'in elçiliğini kanıtlamaktadır; bir deli bile o dönemde Hz.Muhammed'in bu bilgileri kendi başına bilmesinin veya bir başkasından öğrenmesinin olanaksız olduğunu kavrayabilir... Ayetlerin geniş açıklamasını yapacak değilim, dileyenler bu konuda yazılmış onlarca çalışmadan yararlanabilirler... Öncelikle kısa bir değerlendirmede bulunmak istiyorum;

Kuran varlıkla ilgili bilgiler verirken bunların ayrıntısına girmez; onun amacı kişinin okuduklarından ders çıkarması ve ibret almasıdır... O insanlara ışık tutarak, belli gerçeklere işaret ederek araştırma yapmalarını ve düşünmelerini ister... Onun asıl amacı kişileri hidayete erdirmek olduğundan örneğin Bediüzzaman'ın dediği gibi, “güneşten güneş için değil, belki güneşi yaratan Zat için” sözeder...

Ancak anlatım biçimi o kadar mükemmeldir ki bütün çağlara seslenebilmektedir; her çağın insanı kendi bilgisine göre Kuran'dan ilham alabilmektedir... Kuran'ın bu bilgilere yer vermesinin bir diğer nedeni de kendi doğruluğunu kanıtlayarak sağlam düşünebilen beyinlere Kitabullah olduğunu hissettirebilmektir...

Kimileri din ile bilimi karşıt kavramlar olarak göstermeye çalışsa da bu doğru değildir; doğa yasaları olarak adlandırılan kurallar Kuran'da “Sünnetullah” olarak geçer ve bilimin yaptığı da Sünnetullah'ı kavramaya çalışmaktır... Kuran bu konuda değişmez gerçeği önümüze koyar, bilim ise bu gerçeği yakalamaya çalışır... Evrene “Kainat Kitabı” adı da verilmektedir; evet o Allah'ın yazılı olmayan kitabıdır, bilimin yaptığı da bu kitabı okuyup anlamaya çalışmaktır...

Allah'ın yazılı kitabı olan Kuran-ı Kerim ise evrendeki varlıklara ve egemen olan kurallara değinir; açıktır ki -aşağıda da örneklerini okuyacağınız üzere- Sünnetullah ile Kitabullah birbiriyle çelişmez; bilim ilerledikçe Kuran'ın doğruluğu ortaya çıkmaktadır, bu da bize “Dünya yaşlandıkça Kuran gençleşiyor” sözünün ne kadar doğru olduğunu açıkça göstermektedir...

Evet, Kuran için önemli olan varlıkların nasıl yaratıldıkları değil “niçin” yaratıldıklarıdır ancak, nasıl yaratıldıklarına değinilmesi, onları yaratan varlığı (Allah'ı) bizlere tanıtması amacına dayandığı için üzerinde durulması gereken bir konudur... Ayrıca insanları araştırmaya teşvik ederek gelişimlere açık olmalarını sağlar... Evet, insanlardan istenen düşünerek Allah'a ulaşmalarıdır; nasıl azametine hayran olduğumuz gökdelenler ustasız olamazsa, şu göğün kendisi de, kainatın bütünü de hiç kuşkusuz ki, bir yaratıcısız olamaz...

Kuran insanlara doğru yolu göstermek için gelmiştir; onun doğruluğu bunca kanıtla ortada iken bunu kabul etmeyenler yalnızca kendi tutarsız mantıklarına veya zanlarına dayanarak görüş belirtmektedirler ki, bunların da hakkın karşısında hiçbir önemi yoktur...

« De ki: “Koştuğunuz ortaklardan gerçeğe eriştiren var mıdır?” De ki: “Ama Allah gerçeğe eriştirir. Gerçeğe eriştiren mi, yoksa, birisi götürmezse gidemeyen mi uyulmaya daha layıktır? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?”

Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah, yaptıklarını şüphesiz bilir.

Bu Kuran, Allah'tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular ve O Kitap'ı açıklar. Alemlerin Rabbinden geldiğinden şüphe yoktur. » Yunus, 35-37

* Başlangıçta Yer ile Göğün Bitişik Olması

« İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi? İnanmıyorlar mı? » Enbiya, 30

Burada, gökler ile yerin yapışıkken ayrıldıkları belirtilmektedir; günümüz bilimi de bunu doğrulamaktadır... Evren en başta tek bir parça olduğu gibi, dünya da ilk oluşumunda bir ateş topuydu, zamanla soğuyarak yer ve gök olmak üzere ikiye ayrıldı; bu ikisi arasındaki eşsiz denge de yaşamın ortaya çıkmasını sağladı...

* Kıtaların Döşenmesi ve Dağlar

« O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi; artık Allah'a, bile bile eş koşmayın. » Bakara, 22

« Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kılmadık mı? » Nebe, 6-7

« Dağları yerleştirmiştir. » Naziat, 32

Evet, yeryüzündeki kıtalar birbirinden ayrılarak döşendiği gibi, mağma üzerindeki konumları da “döşek” nitelemesiyle çok güzel uyum sağlıyor... Dağlar ise yeri sağlamlaştıran bir etken; görünmeyen bölümleri, kökleri ile yeri mağma üzerinde sağlam bir biçimde tutuyor...

Dağlar yalnızca büyük bir toprak yığını değil, gerçek yücelikleri altlarında gizli ve kökleri ile yerkabuğunu yeryüzünün merkezine bağlıyorlar... Yanardağlar ise mağma tabakası için bir başka denge unsuru...

* Deniz ve Irmak Sularının Karışmaması

« Acı ve tatlı sulu iki denizi (su kütlesini) birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar. » Rahman, 19-20

Artık birçok kişinin bildiği üzere nitelikleri farklı iki sıvı birbirine karışmamaktadır... Kuran-ı Kerim bizlere bu konuda çok güzel örnekler veriyor... İşte bu örneklere uygun yerler ve özellikleri;

İstanbul Boğazı: Ters yönden akan iki akıntı bulunmaktadır ve tuz durumlarına göre karışmadan akıp giderler...

Doğu Pakistan, Erkan Kenti: Burada bulunan iki ırmak birbirine karışmadan yanyana akmaktadır; birisinde tuzlu su, diğerinde tatlı su bulunmaktadır...

Allah-abad Kenti: Burada da iki ırmağın birleştiği yerde suları birbirine karışmamaktadır...

Basra Körfezi: Dicle ve Fırat ırmaklarının Basra Körfezi'ne döküldüğü yerde ırmaklar deniz içinde suları karışmadan akmaktadırlar...

Cebelitarık Boğazı: Atlas Okyanusu ile Akdeniz'in suları birbirine karışmamaktadır, arada sudan bir engel vardır...

Mendeb Boğazı: Burada da Kızıldeniz ile Hint Okyanusu'nun suları birbirine karışmamaktadır. (Ayrıca bakınız; Fatır 12, Neml 61, Furkan 53)

* Gökyüzünün Başlangıçta Buhar Durumunda Oluşu

« Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: “İsteyerek veya istemiyerek buyruğuma gelin” dedi. İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler. » Fussilet, 11

Yukarıda da açıklandığı üzere, yer ile gök başlangıçta bitişik idi, sonrasında gökyüzü buhar durumuna gelmiştir... Belirli dengelerin sağlanması ile uçuculuğu önlenmiş ve yeryüzüne bağlı kılınmıştır... Bu dengelerde oluşabilecek en küçük bir değişiklik durumunda yeryüzünün aydan hiçbir farkı kalmazdı, dolayısı ile yaşamın ortaya çıkması da söz konusu olamazdı...

* Evrenin Genişlemesi

« Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz. » Zariyat, 47

Yalnızca bu ayet bile Kuran'ın Allah kelamı olduğunu kanıtlamaya yeter; evet, evren hem yaratılmıştır, hem de genişlemektedir... Büyük Patlama öncesinde evren yoktu; “Ol” buyruğuyla birlikte şu eşsiz yapısına kavuşarak en güzel meyvesi olan yaşamla tanıştı... Bilindiği üzere evren Büyük Patlama'dan bu yana sürekli genişlemektedir; bu durum birçok kanıtla belgelenmiştir...

* Kömür

« O, yeşillikler bitirmiştir. Sonra da onları siyah çerçöpe çevirmiştir. » Ala, 4-5

Evet, kömür bitkilerin toprak altında başkalaşmasıyla oluşan bir yakıttır... Bu durum yukarıdaki ayetlerde açıkça belirtilmektedir... Çok eski dönemlerde bitkiler yeryüzünün tabakaları arasına sıkışmış ve başkalaşmaya uğramıştır...

* Yörüngeler

« Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Herbiri bir yörüngede yüzer. » Enbiya, 33

« Yörüngelerle donatılmış göğe andolsun ki » Zariyat, 7

« Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve bilgin olan Allah'ın kanunudur. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzerler. » Yasin, 38-40

Bu ayetler açıkça güneşin, ayın ve dünyanın belli bir yörüngesi olduğunu belirtmektedir... Evet, uzaydaki gezegenler, uydular, yıldızlar, kuyruklu yıldızlar, gökadalar.. hep bir yörüngede birbirine çarpmadan dönmektedirler... Böylesine eşsiz bir düzenin rastlantı ile oluşabileceğini sanmak ne büyük hatadır!..

* Yükseldikçe Basınç Azalır

« Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür bataklığında bırakır. » Enam, 125

Yukarı doğru çıkıldıkça basınç azalmaktadır; böylece kişinin içindeki kan basıncı damarlarını ve yüreğini sıkıntılı bir duruma sokmaktadır; öyle ki çok yüksek dağlarda soluk alabilmek olanaksızdır... Burada Allah kişinin davranışına göre onun yönünü belirlemektedir; örneğin İslam'ı bilmek isteyen kişiye ve içten olanlara kolaylık sağlandığı gibi, sürekli gerçeklere gözlerini kapayanların da gerçeğe ulaşmaları doğal olarak engellenmektedir...

* Gökyüzünün (Atmosferin) Koruyuculuğu

« Göğü korunmuş bir tavan kıldık; oysa onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar. » Enbiya, 32

Evet, gökyüzü bizim için koruyucu bir tabakadır; zararlı güneş ışınlarından, ve göktaşı yağmurlarından bizi korumaktadır... Eğer gökyüzü olmasaydı yaşamdan sözedilemezdi... Gökyüzündeki ozon tabakası da ayrı bir kanıttır; bütün maddelerin tersine güçlü ışığı değil, güçsüz ışığı geçirerek güneşin zararlı ışınlarından korumaktadır...

Gökyüzünün bir diğer özelliği de döndürücü olmasıdır; örneğin buharlaşan su yağmur olarak yeryüzüne dönmektedir... Uçucu gazları tutarak uzaya dağılmalarını önlemektedir... Bundan başka çeşitli dalgaların ulaşımını da sağlamaktadır...

* Ay'ın Soğuması

« Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. » Naziat, 29

« Gece ve gündüzü varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi kaldırıp yine bir delil olan gündüzü Rabbiniz'in bol nimetini aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aydınlık kıldık. Her şeyi uzun uzadıya açıkladık. » İsra, 12

Bu ayetlerde Ay'ın soğuması anlatılmaktadır... Bilindiği üzere Ay da başlangıçta bir ateş topuydu ve Güneş gibi ışık kaynağı olduğu için gece kavramından sözedilemezdi... Sonradan Ayın soğumasıyla birlikte ışık kaynağı olarak yalnız Güneş kalmış, gece ve gündüz ortaya çıkmış, Ay yansıtıcı durumuna gelmiştir ve yılın aylarını belirleyebilmek için kullanılagelmiştir...

* Güneş ile Ay Arasındaki Fark

« Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan; yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için, aya konak yerleri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor. » Yunus, 5

Bilindiği üzere yıldızlar ışık kaynağı iken gezegenler ve uydular yansıtıcı durumundadırlar... Dolayısı ile Güneş bir ışık kaynağı iken Ay ondan aldığı ışığı yansıtmaktadır, kendisi ışık kaynağı değildir... Bundan dolayı Kuran, Güneş ve Ay'dan sözederken farklı kavramları kullanmıştır... (Bakınız; Nuh, 16)

* Çift Yaratma (Varlıkların Çift Oluşu)

« Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah münezzehtir. » Yasin, 36

Artık evrende “çift”liğin egemen olduğu bilinmektedir... Bütün varlıklar çift olarak yaratılmıştır; artı-eksi, kız-erkek, madde-antimadde, yer-gök, dağ-ova, yaşam-ölüm, aydınlık-karanlık gibi... Ayrıca burada bitkilerin de erkekli dişili olduğu bildirilerek bir başka gerçek dile getirilmektedir... (Bakınız: Zariyat, 49)

* Rüzgarların Aşılayıcılığı

« Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız. » Hicr, 22

Bilindiği üzere rüzgarlar birer çift olan bitkilerin çiçek tozlarını taşıyarak aşılayıcılık yapmaktadırlar; evet, bitkilerin erkekli-dişili olduğu ortaya çıktıktan sonra rüzgarların da aşılayıcılık yaptığı anlaşılmıştır...

* Atomdan Daha Küçük

« Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden gizli kalamaz. Bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey yoktur ki, açıkça bir kitapta yazılı olmasın. » Yunus, 61

« İnkar edenler: “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbim'e and olsun ki, o saat size muhakkak gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O'nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitap'tadır” » Sebe, 3

Bu ayetlerle Kuran atomdan (zerreden) daha küçük parçaların bulunduğunu belirttiği gibi, atomun ağırlığından da sözetmektedir... Bundan yüzyıllar önce Cabir bin Hayyan adlı Türk bilgini atomun parçalanabileceğini ve çok güçlü bir enerjinin ortaya çıkacağını belirtmiştir... (Müslümanlığın ilme karşı olmadığını ve müslümanların ilim konusundaki başarılarını “Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi” (Şaban Döğen, Yeni Asya) adlı çalışmadan okumanızı öneririm...)

* İnsan topraktan

« O'nun delillerinden birisi de sizi topraktan yaratmasıdır. » Rum, 20

« “Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka dirilecek miyiz?” derler. De ki: “İster taş veya demir ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz” » İsra, 49-51

İnsanın bedeninin toprak unsurlarından (karbon, oksijen, hidrojen, fosfor, kükürt, azot, kalsiyum, magnezyum, bakır, iyot, flor, kobalt, çinko, silisyum, alüminyum...) oluştuğu günümüzde kanıtlanmıştır... Kanımızın kırmızı rengi de demirden ileri gelmektedir... Bu arada insanın gelişim evreleri de Kuran'da kusursuz bir biçimde anlatılmaktadır...

* Erkeklik ve Dişilik Etkeni

« İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O, katılan bir meni damlası değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan, erkek, dişi iki cins yaratmıştı. Bunları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter. » Kıyamet, 36-40

Bu ayetler erkeklik ve dişiliği belirleyen etkenlerin erkek dölünde bulunduğunu belirtmektedir... Bu da ancak yakın geçmişte ortaya çıkarılabilmiş bir gerçek olarak Kuran'ın mucizeviliğini kanıtlamaktadır... (Ayrıca kadınların ve özellikle kız çocuklarının çok küçümsendiği ve hor görüldüğü bir ortamda cinsiyeti belirleyen etkenin erkek dölü olduğunun belirtilmesi ne kadar güzeldir...)

* Ana Karnında Üç Karanlık

« Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz? » Zümer, 6

Ayette belirtilen üç karanlık; su, ışık ve ısı geçirmeyen muhbar, amnion ve corion zarlarıdır... Bu bilgi de günümüzün buluşlarından birisidir...

* Parmak İzleri

« İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor? Evet, Biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya gücü yeteniz. » Kıyamet, 3-4

Parmak uçlarımızın niteliği artık herkesçe bilinir olmuştur; evet, hepimizin parmak izi birbirinden farklıdır ve bunun ayırıcı bir özelliği vardır; özellikle suçluların belirlenmesinde kullanılmaktadır...

* Dağların Hareketi, Dünyanın Dönüşü ve Yuvarlak Oluşu

« Dağları yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler. Bu her şeyi sağlam tutan Allah'ın işidir. Doğrusu O, yaptıklarınızdan haberdardır. » Neml, 88

Dağların ve yerin mağma üzerinde hareket ettiği artık bilinmektedir, ayrıca dağların geçip gitmesi için dünyanın dönüyor olması gerekmektedir; bu gerçek yüzyıllar öncesinden Kuran-ı Kerim’le bizlere bildirilmektedir... Evet, artık gözlerimizi açabilecek miyiz?..

« Ey cin ve insan topluluğu, göklerin ve yerin çaplarından geçmeye gücünüz yetiyorsa geçiniz. » Rahman, 33

Bilindiği üzere “çap”, yuvarlak, küre, elips gibi cisimlerde olur; demek ki dünya da yuvarlak bir cisimdir... Bu ve benzeri ayetlere dayanarak müslüman bilginler, Batı’dan yüzyıllar önce dünyanın döndüğünü dile getirmişlerdir...

« Geceyi gündüzün üstüne sarıp doluyor, gündüzü de gecenin üstüne dolayıp sarıyor. » Zümer, 5

* Örümcek Yuvası

« Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise kuşkusuz örümceğin yuvasıdır. Eğer bilmiş olsalardı. » Ankebut, 41

Bu ayet, hem yuvayı yapanın dişi örümcek olduğunu bildirmek, hem “aile” anlamına gelen “beyt” sözcüğünü kullanarak örümcek ailesinin birbirine bağlı olmamasını dile getirmek, hem örümcek ipinin değil, örümcek yuvasının çürüklüğünü belirtmek, hem “eğer bilmiş olsalardı” diyerek bu gerçeklerin ileride öğrenileceğini duyurmak, hem de müşriklerin Hz.Muhammed'i “sav” öldürmek isteyip de bir örümceğe yenileceklerini bildirmek açısından mucizedir... Evet, örümcek kadar da becerimiz yok mu?

Bunun gibi örnekler çoktur ancak bu çalışmanın amacı Kuran mucizelerini bütünüyle sunmak olmadığı için onları geçiyorum... Ayrıca Kuran'da geçmiş ve gelecekle ilgili verilen bütün bilgiler de doğrudur; gün geçtikçe bu gerçek gün yüzüne çıkmaktadır... Şu apaçık bir gerçektir ki, bütün bunları Hz.Muhammed'in kendiliğinden bilmesi olanaksızdır...

« Onun (Kuran’ın) hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? » Fussilet, 53

« Bu Kuran, ancak dünyalar için bir öğüttür. Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra öğreneceksiniz. » Sad, 87-88

Şimdi, bu anlatılanlar karşısında kim “Kuran Allah katından değildir” diyebilir? Bunu diyen çıksa bile kimi kandırabilir? Evet, böyle bir görüşü savunan kişi söylediğini kanıtlamak durumundadır, bunun da olanaksız olduğunu herkes bilmelidir... Bu noktada bireylere düşen görev, Kuran'ın üstünlüğünü ve öncülüğünü onaylayarak ondan öğüt almak ve doğruya yönelmektir... (Ayrıca bakınız: Kuran Mucizeleri)

Evet; “görenedir görene; köre nedir, köre ne?”

Öte yandan, müslüman ilim adamları özellikle bu ayetlere dayanarak ve dinin bilime teşvik edici tutumundan etkilenerek yüzyıllar öncesinden birçok buluşa imza atmışlardır, ne yazık ki sonradan bu buluşlar batılılara maledilmiştir; oysa ortaçağ yalnızca Batı için karanlıktır, o dönemde İslam ülkelerinde bilime ve bilimadamlarına çok büyük bir değer verilmekteydi... “Ortaçağ, bazıları için ne kadar karanlık ise, bizim için de o kadar aydınlık bir çağdır” Ahmed Yüksel Özemre


 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol